İnsan ruhu, fiziksel bir olaya doğrudan katılmasa bile, şuur ve duygu yoluyla o olaydan etkilenebilme özelliğine sahiptir. Nitekim bir kimse, kendisi sıcak bir yerde olduğu hâlde, dışarıda soğuktan titreyen birini gördüğünde vicdanen üzülür ve rûhen o hâlden müteessir olur. Bu durum, insan ruhunun başkalarının hâlini empati yoluyla hissedebilme kabiliyetini gösterir. Hattâ bir film sahnesinde bile, seyirci gerçekte kendisine dokunmayan bir acıyı hissedebilir; meselâ birine kılıç saplandığında istemsizce “ah!” demesi, bu manevî hissedişin tezâhürüdür.
Bu örnek, ruhun sadece bedensel olaylarla sınırlı kalmadığını, şuurî ve vicdanî bir idrak alanına sahip olduğunu ortaya koyar. Dolayısıyla insan, bedenen ölmüş olsa bile ruhu şuur sahibidir ve kâinatla olan irtibatı tamamen kesilmez.
Bu hakikatten hareketle, kâinatta meydana gelen büyük hadiseler, özellikle kıyamet gibi küllî inkılâplar, ruhlar âlemini de manevî olarak etkiler. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, Mektubât’ta bu durumu şu temsil ile açıklar:
“Nasıl ki bir insan, sıcak bir yerde iken, hâriçte kar ve tipi içinde titreyenleri görse, akıl ve vicdan i‘tibâriyle müteessir olur. Öyle de, zîşuûr olan ervâh-ı bâkiye, kâinâtla alâkadâr oldukları için, kâinâtın hâdisât-ı azîmesinden derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azâb ise elemkârâne, ehl-i saâdet ise hayretkârâne, istiğrâbkârâne, belki bir cihette istibşârkârâne teessürâtları bulunmasını işârât-ı Kur’âniye gösteriyor. Zîrâ Kur’ân-ı Hakîm, her zaman kıyâmetin acâibini tehdîd sûretinde zikrediyor. ‘Göreceksiniz!’ diyor. Hâlbuki cism-i insanî ile onu görenler kıyâmete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesedleri çürüyen ervâhların da, o tehdîd-i Kur’ânîden hisseleri var.”1
Bu bağlamda, kıyamet hâdisesi yalnızca yaşayan insanların cismânî varlığını değil; berzah âleminde bulunan ruhların da manevî hissedişini kapsar. Ancak bu tesir, ruhların manevî derecelerine göre farklılık gösterir.
Ehl-i azâb (azapta bulunan ruhlar), kıyametin dehşetini korku, acı ve feryat içinde hissederler.
Ehl-i saâdet (mü’min ve saâdet ehli ruhlar) ise bu büyük hâdiseyi hayret, ibret ve bir yönüyle sevinç içinde müşâhede ederler. Onlar, peygamberlerin ve mukaddes kitapların haber verdiği bu büyük inkılâbın vukû bulmasını bir ilâhî vaadin tahakkuku olarak görürler.
Kur’ân-ı Kerîm, kıyametin sahnelerini çoğu zaman tehdîd ve îkaz üslûbuyla anlatır: “Göreceksiniz!” ifadesi, sadece kıyamete yetişecek nesillere değil, bütün insanlara yöneliktir. Çünkü bu hitap, varlık bakımından yok olmayan, şuurunu muhâfaza eden ruhlara da şamildir.
Netice olarak; ruh, ölümle yok olmaz; bilâkis şuurunu ve idrakini korur. Kâinatla olan manevî bağı devam ettiği için, kâinatta meydana gelen büyük hadiselerden, özellikle kıyamet gibi küllî inkılâplardan derecesine göre müteessir olur. Bu tesir, ehl-i azâb için korku ve elem; ehl-i saâdet içinse hayret, ibret ve ilâhî bir müjde mahiyetindedir.
Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta, 2011, s.48