"Sadakalar (zekâtlar), Allah'dan bir farz olarak ancak, fakirlere, yoksullara, (zekâtı toplamak için me'mur kılınmakla) onun üzerine çalışanlara, kalbleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, (âzâd edilmek üzere efendisiyle belli bir bedel karşılığında anlaşmış olan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalmışlara mahsustur. Ve Allah, Alîm(menfaatinize olanı hakkıyla bilen)dir, Hakîm (en doğru hükmü veren)dir." (Tevbe,60)
Bu ayet-i kerimede geçen kendisine zekat verilecek olan "kalbi İslama ısındırılacak olan" kişiler tam olarak kimleri kapsamaktadır.
Kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlar hakkında Elmalılı Hamdi Yazır Efendi şunlara ifade etmiştir:
“Müellefe-i kulub: Yani kalbleri İslâm dinine ısındırılacak olanlar. Çeşitli rivayetlerden çıkan sonuca göre, bunlar başlıca üç kısım idiler. Bir kısmı bazı azılı kâfirler idi ki Resulullah, bunların şerlerini defetmek ve müslümanlara eziyetlerini önlemek, diğer kâfirlerle müşriklere ve zekât vermek istemeyenlere karşı çıkmalarını sağlamak ve İslâm tarafını tutmaları için böyle ihsan ve yardımlarla kendilerini İslâm'a meyilli kişiler yapardı. Diğer bir kısmı ise kabile reisi ve ileri gelen kimseler durumunda idi ki Hz. Peygamber, bunlara bol bol ikram ve ihsanda bulunur, kendi kabilelerinden İslâm'a girenlere eza ve cefa etmelerini önlemeye çalışırdı. Kendilerinin ve emrindekilerin İslâm'a girmeleri ve İslâm'da sebat etmeleri gibi bir takım İslâmî amaçlar ve maslahatlar gözetilirdi. Üçüncü bir kısım da İslâm'a yeni girmiş, niyetleri ve iradeleri henüz iyice pekişmemiş olan zayıf karakterli kişiler idi ki, fakir ve muhtaç olmasalar da kalbleri iyice İslâm'a ısınsın, imanları pekişsin ve İslâm'ı iyice benimsesinler diye özellikle fazla fazla ikram ve ihsan görüyorlardı. Ki Uyeyne b. Hısn, Akra' b. Hâbis ve Abbas b. Mirdas bunlar arasındaydı. İşte "müellefetü'l-kulub" sıfatı her üç kısma da verilir. Üçünde de durumun gereğine göre, İslâm'a hizmet ile cihadın mânâsı ve fakir fukaranın çıkarlarının gözetilmesi ve korunması gibi hikmetler söz konusudur…
İmam Şafii gibi diğer bazı imamlar buradaki "müellefetü'l-kulub" vasfının, gayr-i müslimlere değil, müslümanlara ait olduğu görüşünü savunmuşlardır.
Hz.Ebubekir zamanında Necidlilerden bazı kimseler gelip ondan otlak arazi istediler. O da verdi lakin Hz.Ömer araya girip bunu red etti, vermedi ve şöyle dedi: "Resulullah sizi İslâm'a ısındırıyordu ve o gün müslümanların sayısı azdı. Şimdi ise Allah Teâlâ müslümanların sayısını çoğalttı. Gidiniz gücünüz yettiği kadar çalışıp çabalayınız, siz size düşeni yaparsanız Allah da sizi gözetir."
Bunun üzerine Hz.Ebubekir, Hz. Ömerin bu görüşüne katılmış olacak ki itiraz etmedi ve kabul etti.
Bundan dolayı, seleften birçokları "müellefetü'l-kulub" hissesinin bu sebeple ortadan kalkmış olduğu görüşünü savunmuşlardır ki, Hanefî mezhebi ile Malikî mezhebinin meşhur görüşü budur. Hanefî fıkıhçıları icma ile bunun artık düşmüş olduğu görüşünde olduklarından, bu olaya ashabın bütününün icmaı şeklinde bakarlar ve derler ki: Müellefetü'l-kulub hissesi, İslâm'ın başlangıcında ve Hz. Peygamber devrinde düşmanın çok, müslümanların az oldukları zamana ait bir uygulamaydı. Daha sonra Hz. Ömer'in de dikkat çektiği şekilde Allah Teâlâ müslümanları, böyle "müellefetü'l-kulub"un
Malikilerden Ebu Hayyan tefsirinde bu mesele ile ilgili görüşler şöylece özetlenmiştir: "Ömer b. Hattab, Hasen, Şâ'bî ve İslâm fukahasından bir grup, müellefetü'l-kulub sınıfının, İslâm'ın güçlenmesi ve yayılmasıyla artık ortadan kalktığına kani olmuşlardır. Hanefî ve Malikî mezhebinin meşhur olan görüşü budur. Hanefi bilginlerinden bazıları demişlerdir ki, Ebu Bekir'in hilafeti zamanında İslâm'ın güç ve kuvvet kazanması sebebiyle ashab-ı kiram müellefe hissesinin artık ortadan kalkmış olduğu üzerinde icma ettiler.
Kadı Abdulvehhab demiştir ki; bazı durumlarda ihtiyaç hasıl olursa sadakattan hisse verilir. Bilginlerden birçokları demiştir ki, müellefetü'l-kulub kıyamete kadar mevcuttur. İbnü Atıyye demiştir ki, meselenin boyutları üzerinde düşünürsek, oralarda ihtilafa ihtiyaç olduğunu görürüz. Yunus demiştir ki, Zühri'ye sordum, bu konuda nesih bilmiyorum, dedi. Ebu Ca'fer-i Nuhas demiştir ki, bunlar hakkında bu hüküm sabittir: Bir kimse telif'ten hisse almaya muhtaç olur ve onlardan müslümanlara bir zarar gelmesinden endişe edilir veya daha sonra onların müslüman olmaları umulursa verilir. Kadı Ebubekr İbnü'l-Arabi de demiştir ki, bana göre hüküm şöyledir: İslâm kuvvetli olursa zail olurlar ve eğer ihtiyaç bulunursa Resulullah'ın yaptığı gibi payları verilir. Ancak şunu da unutmamak lazımdır ki, İmam Şafii gibi, birçoklarına göre, "müellefetü'l-kulub" adının, İslâm'a girmemiş olanlarla bir ilişkisi yoktur. Nitekim zekât konusunda söz konusu sekiz sınıfın tamamında da İslâm şartı genellikle bulunması istenen şarttır. Gayr-i müslim fakirlere zekât değil, tatavvu sadakası verilebilir.”(Elmalılı, Tevbe-60 Tefsiri)
Ayrıca Taberi tefsirindeki şu ifadelerde konumuza genişçe izah getirmektedir.
“Kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenler: Bunların fakir veya zengin olmaları şart değildir.
Bunlar da şu üç grupta mütalaa edilebilir.
a- Yeni müslüman olan ancak henüz İslamın kalblerinde iyice yerleşmediği kimseler. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bunlar, müslüman olduklarını beyan ederek Resulullah'a gelen kimselerdi. Resulullah bunlara, sadakalardan pay ayırırdı. Bunlara bir pay verdiğinde "Bu, iyi bir din." derlerdi vermediğinde ise idini ayıplar ve terkederlerdi Yahya b. Ebi Kesir, diyorki: "Ebu Süfyan b. Harb, Haris b. Hişam, Abdurrahman b. Yerbu Safvan b. Ümeye.Süheyl b. Amr, Hu-vaytıb b. Abdüluzza, Hakim b. Hizam, Süfyan b. Haris b. Abdulmuttalib, Uyey-ne, B. Hısn, Akra b. Habis, Malik b. Avf, Abbas b. Mirdas ve A'lâ b. Harîs, kalbleri İslama ısındırılmak istenen kimselerdi. Resulüllah bunlardan her birine yüz deve verdi. Ancak Abdurrahman b. Yerbu ve Huvaytı b. Abdüluzzaya ellişer deve verdi.
Safvan b.Ümeyye demiştir ki: "Resulullah bana mal verdiğinde o, insanlardan en sevmediğim bir kimseydi. Bana mal vermeye devam etti. Sonunda o bana, insanların sevimli olanı haline geldi."
c- Henüz müslüman olmayan fakat İslama girmelerini teşvik için kendilerine zekât verilen kimseler. Bedeviler bu türden kimselerdi.
Müfessirin, îslamın iyice kuvvetlenip yayılmasından sonra bu gibi insanlara zekâttan pay verilip verilemeyeceği hakkında iki görüş zikretmişlerdir.
a- Hasan-ı Basri, Amir es-Şabî ve Ömer b. el-Hattaba göre, kalbleri İslama ısındırılmak istenenlere artık zekattan pay verilemez. Hibban b. Ebi Cebele diyor ki: "Daha Önce zekâttan pay alan Uyeyne b. Hısn, Ömer b. el- Hattab'a geldi. Ömer (r.a)de ona "Dileyen iman etsin, Dileyen inkâr etsin. (Kehf,29) âyetini okudu ve demek istedi ki" Artık bugün kalbleri İslama ısındırılmak istenen kimse kalmadı."
b- Ebu Cafer'e göre ise, kalbleri İslama ısındırılmak istenen kimseler her zaman mevcuttur. Bunlara zekâttan pay verilebilir.
Taberi diyor ki: "Bize göre bu hususta söylenecek doğru söz şudur: "Allah teala, zekâtı, iki maksada binaen farz kılmıştır. Bunlardan biri, müslümanların ihtiyacını gidermektir. Diğeri ise İslam’a yardım etmek ve onu kuvvetlendirmektir. İslam’ı güçlendirmek için zekât verildiği takdirde zekât fakire de verilir zengine de zira bu durumda kişinin ihtiyacı göz önünde bulundurularak zekât değil İslam’ı yardım hususu göz önünde bulundurularak verilir. Nitekim Allah yolunda cihad eden mücahidlere verilen zekatın maksadı budur. Bunlar, zengin dahi olsalar, kendilerine zekât verilir. Kalbleri İslam'a ısındırılanlara zekat verilmesinin maksadı İslama yardım etmektir. Bu nedenle Resulullah Mekke'nin fethinden sonra, Huneyn savaşı ganimetlerinden bir çok insana, zengin dahi olsa pay vermiş ve onların, İslama faydalı olmalarını sağlamıştır. Bu faydanın gerçekleşmesi beklenen her zamanda aynı şeyi yapmak isabetlidir. Bu nedenle "Müslümanların sayılan artık çoğaldı. Bu itibarla, müslümanlar kendilerini savunabiliyorlar. Dolayısıyla, bir kısım insanların kalplerini İslam’a ısındırmaya ihtiyaç yoktur" diyenlerin delilleri yoktur. Zira Resuîullah, müslümanlarm güçlü oldukları bir zamanda bu tatbikatı yapmıştır. (Ebu Cafer Muhammed Bin Cerir et-Taberi-Taberi Tefsiri, Tevbe Suresi,60)