Kader ve kudret kelimeleri aynı kökten mi geliyor? Aynı kökten geliyorsa, o zaman nasıl ilmî olabiliyor? Bu iki kavramı birbirinden farklarıyla birlikte izah eder misiniz?
Öncelikle kudret ve kader, ikisi de ‘bir şeyin hududunu ve miktarını belirlemek, ölçü ile yapmak, gücü yetmek’ anlamındaki aynı köktten türemiştir.
Cenâb-ı Hakk’ın muhît ve mutlak olan, sonsuz olan isim ve sıfatlarının her biri, az veya çok, değişik boyutlarda mahlûkatın her birinde tecellî eder. Bununla birlikte kâinatın yaratılışında özellikle üç sıfat yani ‘ilim, irade ve kudret’ üçlüsü nazara verilir.
Cenâb-ı Hakk, ilim sıfatı ile olmuş ve olacak ve olabilecek her şeyi bütün teferruatıyla ezelden bilir. Yine ezelî bir sıfat olan irade sıfatı ile sonsuz imkânâttan dilediğini seçer, belirler, tahsîs eder. Kudret sıfatıyla da, irade ettiği herşeyi dilediği zaman ve mekânda vucûda getirir, yaratır.
Peygamber Efendimiz (asm)’ın “Allah vardı ve O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu!” buyurduğu ezel ve vücûb dairesinde zaman ve mekân ve herhangi bir mahlûkun varlığı söz konusu olamaz. Daire-i imkânda olan herşeyin, yani umum mahlûkatın mahiyet-i ilmiyelerinin ilm-i İlahî’de bir ilim olarak bulunan hakikatlerine bazı ehl-i tahkîk “a’yân-ı sâbite” derken, Bediüzzaman Hazretleri aynı hakikati Risale-i Nur’da “adem-i hâricî” veya ona unvan olmuş “vücûd-u ilmî” diye tabir ediyor.
Cenâb-ı Hakk, nihayetsiz ilmiyle bildiği o vücud-u ilmî’lerden neyi irade ederse, henüz hariçte vucud bulmamış, varlıkta olmayan o şeyi kudretiyle o anda, daha doğru bir tabirle zamansız olarak adem-i hâricîden vücud-u hâricîye çıkarır, yani yaratır.
Bu çerçevede Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ezelîsi ile olmuş ve olacak her şeyi ezelden bilmesine KADER, vakti saati geldiğinde o mukadderâtı yokluk karanlıklarından varlığa çıkaran ve artık onu mukadder değil, bir makdûr ve mahlûk kılan sıfatına ise KUDRET diyoruz.
Bununla birlikte kader, Allah’ın bildiği, dileyip yaratabilecek olduğu herşey demek değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın diğer bütün isim ve sıfatları gibi ilmi de, iradesi de, kudreti de sonsuzdur. Halbuki dünya ve âhiret şu kâinat bir mahluk olarak ne kadar büyük olursa olsun mahduddur, bir hududu, bir sınırı vardır.
Hasılı kader, Allah’ın hadsiz imkânât yolları içinden sadece dilediği ve yaratacağı şeylere taalluk eden ilminden ibaret olup, ilm-i İlâhî’nin hadsiz çeşitlerinden bir cüz’dür, hepsi demek değildir.
Burada şöyle bir sual terettüp eder: Cenâb-ı Hakk her şeyi ezelden biliyor ve takdîr etmiş ise bizim sorumluluğumuz nedir? Kader, ezelden kurgulanmış ve bizim asla dışına çıkamayacağımız bir program ise biz ve irademiz bunun neresindeyiz? Kader ve irademiz nasıl kabil-i tevfîktir?
Bu suale kelâm âlimlerimiz, “Kudretin taalluku hâdistir” diye cevap verirler. Yani Cenâb-ı Hakk bütün isim ve sıfatlarıyla zamandan ve mekândan münezzeh olmakla birlikte, kudret sıfatı mahlûkata, yine bir mahlûk olan zaman ve mekân içinde taalluk eder. Beşerin elinde yegâne sermaye ve sadece seçimlik bir haktan ibaret olan gayet zayıf ve cüz’î bir ihtiyardır.
Şu âlemde hiçbir kimsenin iğne ucu kadar bir şeyi yaratması kabil değildir. İnsanların cüz’î iradeleri vardır ama cüz’î de olsa kudretleri yoktur. لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ الْعَلِيِّ الْعَظِيمِ “Güç ve kuvvet tamamen Allah’a aittir” demektir.
Ef’âl-i ibâd yani kulların fiilleri mahluktur. İnsanların tercihlerinden sonra onların üzerinde ihtiyarî fiillerini yaratan Allah’tır. Kudretin o fiillere nisbeti hâdistir, vukuu anındadır. Ezelden taalluku ise sadece onu yapabilir olmaktan ibarettir ve insan için zorlayıcı bir mahiyeti yoktur. Beşer bir fiili tercih ettiğinde, kudret onu o anda yaratır. Dolayısıyla insan için ihtiyarî fiillerinde bir mecburiyet söz konusu değildir.
Bir insanın üzerinde cereyan etmesine rağmen ihtiyarî olmayan fiillerinde ise zaten kendisi için bir mes’uliyet sözkonusu değildir. Düşünün ki 100 trilyon civarında hücremiz ve onlarda cereyan eden nihayetsiz ızdırarî fiiller bizim üzerimizde gerçekleşiyor olmasına rağmen, ihtiyarımız karışmadığı için biz onlardan sorumlu olmayız. Çünkü kudretin konuştuğu yerde cüz’î ihtiyar kalmaz, susar.
Allah’ın nihayetsiz ilmi bizim ilmimiz gibi değildir. Onun bütün olacakları ezelden bilmesindeki nükte, ilimin ma’lûma tâbi olmasındadır. Yani ilim sıfatı, olacak olan bir şeyi sadece bilir. “İlim desâtiri, ma‘lûmu hâricî vücûd noktasında idare etmek için esas değildir. Çünki ma‘lûmun zâtı ve vücûd-u hâricîsi, irâdeye bakar ve kudrete istinad eder.” Onlar olmadan vücuda gelemez.
اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْـًٔا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ buyurulduğu gibi ‘Cenâb-ı Hakk bir şeyi murad ettiğinde ona ol der ve o şey hemen oluverir.’ Halbuki kaderde ilim değil de kudret sıfatı hükmetmiş olsaydı yani kudret bir şeye ezelden taalluk etseydi, o şey o anda var olurdu ve varlığı vâcip olurdu. Bu durumda irademiz kalmazdı, biz de fiillerimiz de hem ezelî hem cebrî olurduk ve haliyle elimizde olmayan bu zorunlu sonuçtan, yani yaptığımız şeylerden sorumlu olmazdık.
Halbuki ilmen ve vicdanen bilinen bir hakikat ki bizim iradî tercihlerimiz gibi, şu âlemde her şey hâdistir, ezelî değildir, sonradan olmuştur. Allah zamanda ve mekânda dilediği gibi tasarruf eder. Zamanı yaratan zat, zamanın mahkûmu değildir. Bu kayıtla mukayyed yani sınırlı olan sadece biziz, umum mahlûkattır.
Bu makamda da şöyle bir sual vârid olur: Peki kudret sıfatı ezelî değil midir? Cenâb-ı Hakk ezelde de ‘Kādir’ değil midir ki kudretin taalluku hâdis oluyor? Hem kader, kudretle aynı kökten olduğuna göre aralarındaki bu farklılık veya münasebet nedir?
Allah’ın bütün isim ve sıfatları, zâtı gibi ezelî ve ebedîdir, zatından infikâki, yani ayrılması, ayrı düşünülmesi câiz değildir. Bu itibarla subûtî sıfatlardan biri olan kudret de haliyle ezelî bir sıfattır. Yani Cenâb-ı Hakk ezelde de Kadîr’dir. Ancak kudret sıfatının mahiyet-i eşyaya taalluku biri ezelî, diğeri hâdis olmak üzere iki cihetledir.
Kudretin ezelden taalluk ve nisbeti, takdîr edilen mukadderâtın, yani olacak olanların hududunu bilmek, onu yapabilir olmak ve vakti geldiğinde yapacak olmaktan ibarettir. Bu da aslında kudretin bir tecellisidir ancak yaratmak suretiyle değil, takdîr yani yaratabilir olmak cihetiyledir.
Bu yüzdendir ki kudret deyince bizim aklımıza hemen “yaratma, yoktan var etme” gelir. Halbuki o şey henüz vücuda gelmediğinde, kudretin bu nev’inde yani kaderde ilim ciheti galiptir ve bu sıfat öne çıkar. Yoksa kudret, ezelde yaratabilir olma, hudusta ise yaratma cihetiyle mahiyet-i eşyada tecelli eder.
Yani zaman-ı halde ilim sıfatı perde arkasında kalıp, kudret sıfatı öne çıkar. Cenâb-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatları mahlukatın mukadder olan mahiyetine göre bir ölçüyle tecellî eder. Zaman-ı mazi, hal ve müstakbelde her iki sıfattan biri tağlîb cihetiyle öne çıksa da, ilim ve kudret sıfatları hepsinde vardır.
Bu yüzdendir ki büyüklerin şöyle bir zevk-i selîmi var: Sülâsî mastardan müştak olan tef’îl babı, mahiyeti itibarıyla bir fiili başkasına nispet eder. Meselâ, tef’îl babından ‘tekbîr’ büyüklüğü Allah’a nispet ve tahsis ederken, ‘techîl’ yani birini cehaletle itham etmek, cahilliği ona nispet etmek demek olur.
Aynı babdan ‘takdîr’ ise kudreti Allah’a nispet etmek demektir. Yani her şeyin ezelî kader boyutunda bir miktarı ve belirlenmiş hududu vardır ve o şeyi zaman-ı halde yaratacak olan kudret’tir. Onun içindir ki kudretin ezelden taallukuyla belirlenen hududlara, takdîr masdarının ism-i mef’ûlü olarak kader boyutunda ‘mukadderât’ denirken, kudretin şimdiki zamandaki tecellisiyle hâsıl olan neticeye ise ‘makdûrât’ yani ‘mahlûkat’ denir.
Burada şöyle latîf bir nükte daha vardır: Cennet lisanı olan Arapça, Rabbin lisanı olmak itibarıyla Rabca’dır. Arapça’da ism-i fâiller hudûsa, yani bir şeyin zaman içinde sonradan vukuuna delalet eder. Bu cihette ‘Kādir’ ismi, ism-i fâil olarak kudretin zaman-ı haldeki tasarrufuna yani taallukunun hâdis yani ezelî değil, sonradan oluşuna delâlet eder. Kadîr ismi ise bir sıfat-ı müşebbehe olarak ‘kudret’in Cenâb-ı Hakk’ın subûtî sıfatlarından biri olması hasebiyle onun ezelde de kudret sahibi olduğunu telmîh eder.
Sonuç itibarıyla ilm-i İlâhî’nin olmuş olacak her şeyi tek tek bildiği o namütenâhî, sonsuz imkânâtın bir vücud-u ilmîsi vardır ki bunlara aynı zamanda adem-i hâricî tabir edilir.
Kader dairesinde ise eşyanın vücud-u hâricîsine bedel, vücud-u ilmîsi ön plana çıktığından, yani her şey ezelî bir ilimle bilindiğinden kudretin bu cihetle taalluku ilim nevidendir. Zaman-ı halde, kitab-ı mübîn dairesinde öne çıkan “kudret” sıfatına bedel, mazi ve müstakbelde, vücud-u ilmî yani imam-ı mübîn dairesindeki tecellîlerde zahir olan sıfat, kudretten ziyade “ilim”dir ve bu nükteye işaret etmek üzere yine aynı kökten bir başka kalıpla buna “kader” denir.