Soru

İtikat ve Muamelat Dairesi

İtikad dairesi ve Muamelat dairesinin hükümleri bazen birbirine karıştırılıyor. Bu iki daireye örnekler vererek açıklayabilir misiniz?

Tarih: 17.12.2021 11:21:43
Okunma: 671

Cevap

İslamiyet'e göre iki daire vardır. Birisi itikad dairesidir: Her şeyi Cenab-ı Hakk'tan bilmektir. Yani Allah'ın icadatında ve terbiye ediciliğinde şeriki ve ortağı olmadığı gibi, icraatında ve işlerinde dahi ortağı olamaz. Evet, âlemde hakiki tesir yalnız O'nundur; kâinatta hiçbir varlığın ve sebebin zerre kadar tesiri yoktur. Nasıl ki güneşe karşı tutulan bir ayna, kendi kabiliyetine göre güneşin suretini içine alır, işığını karşıya yansıtır. O işığın asıl kaynağı ve sahibi güneştir. Ayna, karşıya yansıttığı ışığın zerresine bile sahip değildir. Aynen öyle de sebebler vasıtasıyla bize gelen her şeyin asıl kaynağı ve hakiki sahibi Cenab-ı Hakk'tır. Sebebler ancak birer aynadır; onlar yaptıkları işlerin bir cüz'üne bile sahip olamazlar.

Mesela; bir ağaca baktığımızda; o ağacın yaprak ve çiçek açtığını, meyve verdiğini ve onun içindeki çekirdekte bütün ağacın plan ve projesinin yazılı olduğunu görüyoruz. Halbuki bu işleri, değil o akılsız ve şuursuz ağacın yapması, belki bütün insanlar Efatun kadar zeki olsalar ve bir araya gelseler ve en son teknolojiyi de kullansalar yine o ağacın yaptığı o mükemmel işleri yapamazlar. Demek o ağaç, yapılan işlerin asıl sahibi değildir; belki o bir aynadır. Ona akseden kudret-i İlahiye, bütün o işleri yapıp o ağaç vasıtası ile bizlere yansıtıyor.

Buna kıyasen insanlardan gelen konuşma ve iyilikler, evliyalardan gelen feyiz ve bereket, âlimlerden gelen ilim ve marifet hatta peygamberlerden gelen iman ve hidayet, onların asıl malları değildir . Onlar o işlerin en küçüğüne bile sahip olamazlar. Neuzübillah, onları yaptıkları işlerin asıl sahibi kabul etmek, şirk ve dalalet olur.

Evet, itikadın gereği olarak  “Yalnız senden yardım dileriz.”[1] Velev ki hikmetin gereği olarak sebeplere müracaat etsek de onlar görünen birer perde olduklarından, onların arkasındaki her şeyi yapan sensin ve dolayısıyla yine o yardımları senden diliyoruz. Ve bütün yardımların asıl sahibi sensin. Bu manada başkalarından yardım istemek ve o yardımı onların asıl malı kabul etmek, şirk olur.

İkincisi, esbab(muamelat) dairesidir: Dünya hikmet yeri olduğundan Cenab-ı Hakk'ın adet kanunlarının gereği olarak, her bir neticeyi elde etmek için bir sebeb yaratmıştır.

Ayet-i kerimede “Şübhesiz ki biz, ona (Zülkarneyne) yeryüzünde imkân verdik ve kendisine (istediği) her şeyden bir sebeb (ulaşması için bir yol) verdik. Böylece (o da batıya doğru, bir yol) bir sebeb ta'kib etti.[2] Sonra bir sebeb (bir yol daha) tuttu."[3] buyrulmuştur. Görüldüğü gibi burada bir ayet, sebeblere sarılmanın ve yapışmanın önemine işaret etmek için, aynı sürede üç defa tekrar edilmiştir. Ragib (ra) bu ayetin anlamını şöyle açıklıyor: “Yüce Allah Zülkarneyn’e, neticeye ulaşması için, sebeb olabilecek her türlü bilgi ve vasıtayı vermiş; o da bu vasıtalardan birine başvurmuştur. Öyleyse sebep, bir şeyin oluşmasına vesile olandır."

Mesela, ilaçlar şifaya sebeb olduğu gibi; su içmek, yemek yemek, havayı teneffüs etmek de yaşamanın sebebleridir. Sonbahar ve kış mevsimleri birçok bitkilerin ve hayvanlarin ölümüne sebeb olduğu gibi ilkbahar ve yaz da onlardan birçoğunun yaratılmasına sebebdir. Çalışmak, ticaret yapıp iş yapmak, maişetin ve gelirin sebebleri olduğu gibi; kendisinden herhangi bir maddi yardım istediğimiz kişiler de, bize gelen o yardımlara birer sebeb ve vesiledirler. Aynı zamanda peygamberler, evliyalar ve âlimler de onların vesilesi ile bize gelen manevi feyiz, bereket ve öğrendiğimiz ilimlere birer sebebdirler. Zira Cenab-ı Hakk'ın izzeti her şeye üstün gelmesi ve azameti, büyüklüğü ister ki sebebler, Kudret-i İlahiye ile yapılan işler arasında perde olsun ta ki aklın zahirine göre çirkin görünen şeyler, doğrudan doğruya Allah'ın kudretine verilmesin. Dünya hikmet yeri olduğundan her işte sebeblerin perde olması ile beraber, o işin asıl sahibi olan ve yapan ise Kudret-i İlahiyedir. Evet, bu hakikati en güzel şekilde izah eden şu ayet-i kerimedir:

 “İşte onları (Bedir’de aslında, siz) öldürmediniz, velâkin onları Allah öldürdü! (O bir avuç toprağı) Attığın zaman da (sen) atmadın, fakat Allah attı!"[4]

Sebebler noktasında baktığımızda, sahabeler o müşrikleri öldürdüğü ve Peygamberimiz (asm) bir avuç toprağı düşmanların yüzüne attığı halde, itikat cihetinde Cenab-ı Hakk, açık bir şekilde müşrikleri öldüren de toprağı atan da kendisi olduğunu kat'i olarak ifade eder. Gerçek te'sirin kendisine ait olduğunu, kendisinden başkasına verilmemesi gerektiğini ve böyle itikad etmemiz ve inanmamız lazım geldiğini bize ders verir. Demek bu ayette hem sebebler boyutu hem de itikat boyutu vardır. Peygamberimiz (asm) nasıl olsa toprağı Allah atıyor" diye toprak atmayı ihmal etmediği gibi, sahabeler de “hakikat noktasında madem müşrikleri öldüren Allah'tır" diyerek savaşı ihmal etmemişlerdir. Zira sebeblere riayet etmek fiili bir duadır. Onun için bu dünyada, imtihan gereği olarak, Kudret-i ilahiye, bir varlığı ancak gereken sebeb ve şartların oluşmasıyla yaratır.

اياك نستعين

yani “maddi olsun manevi olsun yalnız senden yardım diliyoruz”[5] “iyyake" kelimesinin önde gelmesi, hasrı yani “ister maddi ister manevi olsun hiçbir varlıktan yardım dilemeyiz. Ey Rabbimiz, ancak Senden yardım dileriz” manasını ifade eder. Hem “Bilmez misiniz ki, göklerin ve yerin saltanatı Allah'ındır ve sizin için Allah'tan başka bir dost ve yardımcı yoktur.”[6] Bu ayet-i kerimede de ifade edildiği gibi, bize yardım edecek Allah'tan başka hiçbir dost ve yardımcımız bulunmuyor. Bu ve buna benzer ayetlerin açık ifadelerine bakarsak, ister yaşayan ister ölen, ister maddi ister manevi olsun hiçbir varlıktan yardım beklenmez. Buna göre bir insanın çocuğundan su istemesi veyahut doktordan ve ilaçtan tedavi beklemesi gibi, herhangi bir sebebten yardım beklemek dahi, şirk sayılır. Halbuki başka ayet ve hadislerde de şöyle ifade edilmektedir.

“İyilikte ve kötülükten sakınmakta birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın."[7]

 Burada “İyilikte yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” demekle gelen yardımı insanlara vermektedir. Hadis-i şerifte ise: Peygamber Efendimiz (asm)'a “bir mümin sadaka vermek için çalışmaya gücü yetmezse ne yapar, ne dersiniz?" denildi.

-Sıkıntıya düşmüş bir muhtaca yardım eder.” buyurdu.[8]

Yine hadis-i şeriflerde:

“Kim kardeşinin yardımına koşarsa, Allah yetmiş beş bin meleği, ta o iş bitinceye kadar ona gölge eder. İşi bitince ona bir hac ve umre sevabını yazar.”[9]

“Din kardeşine yardım edenin yardımcısı, Allah Teâlâ'dır”[10] buyrulmuştur.

Bu ayet ve hadisler gibi birçok ayet ve hadislerde “Ancak Allah'tan yardım dilenir” cümlesinin zahirine muhalif manalar ifade edilmektedir. Demek bunların arasında farklılığı ifade eden hakikati anlamamız gerekir.

O hakikat ise şudur: “Yardım ancak Allah'tan dilenir" ifadesi, nasıl inanmamız ve itikad etmemiz gerektiğini ifade eder. Yani ister sebebler vesilesiyle, ister doğrudan Cenab-ı Hakk'tan gelsin, bütün yardımların hepsi Allah'tandır ve onların asıl sahibi de O'dur. Sebeblerden dahi, sebeb olduğundan dolayı, bir yardım dilesek, yine o sebebin bir perde olduğunu ve onun arkasında doğrudan doğruya kudret-i İlahiyeyi görüp, yardımın ondan geldiğine inanmak gerekir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin yaptığı da budur.

Ama sebeblere müracaat ise fiili bir duadır. Yoksa sebeblerin bir araya gelmesi, sebeblerle meydana gelen neticeyi yaratmak için değildir. Belki sebeblerin oluşturulması ise neticeleri Cenab-ı Hakk'tan istemek için, Allah'ın rızasına uygun bir vaziyet almaktır. Hatta çift sürmek dahi, saban ile rahmet hazinesinin kapısını çalmak manasındadır. Yapılan bu çeşit dualar, Cenab-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarına yönelik olduğundan, çoğunlukla kabul olur.

Yukarıda izah edildiği gibi, itikad dairesi ile esbab(muamelat) dairesini karıştırmamak icab eder. Kur'an-ı Kerim'in emrettiği üzere, her şeyin asıl sahibi Allah olduğunu kabul ettiğimiz yerde, sebeblere hakiki tesir vermemek gerektiği gibi, sebebleri tamamen devre dışı bırakmak, onlara sebeblik vazifesini vermemek de hatadır; Kur'an-ı Kerim'e muhalefettir. Aynı zamanda o sebeblere müracaat ederken, onlara müracaat ettiğimiz gibi, onları sebeb oldukları işlere sahib kabul etmek de şirk ve dalalettir. Öyleyse şirk ve dalalete düşmemek için, sebeblere müracaat etmekle beraber, neticeleri de Cenab-ı Hakk'tan bilmemiz gerekmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri de, sebebler meselesini şu mealde açıklamaktadır:

Sebebler, kudret-i İlahiye ile kudretin yaptıkları arasında bir perdedir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın izzeti ve büyüklüğü onu gerektirir. Fakat o sebeblerin perdesi arkasında iş gören Allah'ın kudretidir. Çünkü Allah’ın birliği ve celali öyle olmasını ister. Cenab-ı Hakk'ın memurları ise, onun saltanatının idaresinde icraatçı değildirler. Ancak o saltanata dellallık yaparlar. Rububiyet-i ilahiyenin yaptığı haşmetli icraatı temaşa ederler. Sebebler denilen o memurların varlığı, kudretin izzetini ve rububiyetin şaşaasını göstermek içindir. Ta ki bizzat, görünüşte çirkin ve pis işlerle, Kudretin teması görünmesin. Cenab-ı Hakk, âciz ve fakir olan bir padişah gibi, âcizliğini ve fakirliğini gidermek için, o memurları idaresine ortak yapmamıştır. Demek sebeblerin varlığı, aklın zahiren çirkin gördüğü şeylerden, kudretin muhafazası içindir. Zira aynanın ön ve arkası gibi, her şeyin bir mülk ciheti var ki, aynanın arka yüzüne benzer; hangi renk ile boyanırsa onu gösterir. Diğeri ise meleküttür ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir yüzünde Kudret-i İlahiyenin izzetine ve kemaline zıt düşen durumlar vardır. Sebeblerin varlığı, çirkin görünen durumların onlara verilmesi içindir.

Fakat melekutiyet ve hakikat cihetinde, her şey şeffaf ve güzeldir. Kudretin bizzat yapmasına münasibtir. İzzetine zıt düşecek bir durum yoktur. Onun için sebepler sadece görünüşte vardır. Hakikat noktasında gerçek tesirleri yoktur.

Hem zahiri sebeblerin diğer bir hikmeti de şudur ki: haksız şikâyetler ve batıl itirazlar, adaletle iş gören Allah'a değil de, o sebeblere gitsin. Çünkü kusur onlarındır. Ve onlarin kabiliyetsizliğinden ileri gelmektedir. Bu hikmete latif ve manevi bir misal suretinde rivayet ediliyor ki: Hazret-i Azrail (as), Cenab-ı Hakk'a demiş ki: “Ruhları almak vazifesinde senin kulların benden şikâyet edecekler.” Cenab-ı Hakk hikmet lisanıyla ona demiş ki: “senin ile kullarımın arasına musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Ta ki şikâyetleri onlara gidip senden küsmesinler.” Evet, nasıl ki, hastalıklar perdedir. Ve ölümde tevehhüm edilen fenalıklar da o hastalıklara verilir. Ruhların alınmasında, gerçek olarak tahakkuk eden hikmet ve güzellik ise, Azrail (as)'ın vazifesine aittir. Öyle de Hazreti Azrail dahi bir perdedir; Ruhların alınmasında zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasib düşmeyen bazı hallere merci' olmak içindir.

“Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedar-i dest-i kudret ola aklın nazarında...

Tevhid ve celal ister ki; esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden..."[11]

 

[1] Fatiha, 1/ 5.

[2] Kehf, 18/ 84-85.

[3] Kehf, 18/ 92.

[4] Enfal, 8/ 17.

[5] Fatiha, 1/5.

[6] Bakara, 2/ 107.

[7] Maide, 5/ 2.

[8] Buhari, “Kitabu'z-Zekât,” 30.

[9] Ali el-Müttaki, Kenzü'l-Ummal,  6/ 446, hn: 16474.

[10] Müslim, “Kitabu'z-Zikr,” 11, hn: 2699 (38).

[11] Bediüzzaman Said Nursi, Tılsımlar, Altınbaşak Neşriyat, s. 47.

 


Yorum Yap

Yorumlar