Meselâ, şu güzel ziynetli odanın dört duvarında dördümüze âit dört endâm aynası bulunsa, o vakit beş oda olur. Biri hakîkî ve umûmî, dördü misâlî ve hususî.
Düşünelim ki süslü bir odanın dört duvarına, dört büyük ayna yerleştirsek, bu durumda beş oda varmış gibi olur. Gerçekte bir tane oda vardır. Ancak aynalardaki yansımalarla birlikte her aynada bir misali oda görünür. Toplamda biri gerçek, dördü yansıma olmak üzere beş oda görünmüş olur. Bu beş odanın biri gerçekte olan mevcut odadır, diğer dördü temsili ve kişisel aynalardaki yansımalardır.
Her birimiz kendi aynamız vâsıtasıyla hususî odamızın şeklini, hey’etini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir. Ve hâkezâ, aynada tasarrufla çok vaz‘iyetler verebiliriz. Çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz.
Her birimiz kendi aynamız vasıtasıyla aynaya akseden odayı, şekil ve renk olarak değiştirebiliriz. Ayna bize ait olduğu için, onun yansımasını değiştirme gücümüz vardır. Aynanın önüne ne koyarsak yansımada o görünür. Aynaya kırmızı renk sürersek kırmızı, yeşil sürersek yeşil görünür. Aynada kendi isteğimize göre pek çok farklı görüntüler oluşturabiliriz. Yansımayı çirkinleştirebilir, güzelleştirebilir, farklı biçimlere sokabiliriz.
Fakat hâricî ve umûmî odayı ise, kolaylıkla tasarruf ve tağyîr edemeyiz. Hususî oda ile umûmî oda, hakîkatte birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harâb edebilirsin. Ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.
Ama gerçek odayı kolayca değiştiremeyiz. Gerçek oda görünüşte aynı olsa da hüküm ve sonuç bakımından farklıdırlar. Mesela parmağınla kendi aynandaki yansımayı bozabilirsin. Aynaya bir dokunuşla kırar, yansıyan odayı harap edebilirken bu tasarrufunla gerçek odada bir taşı bile oynatmış olmazsın.
İşte dünya, süslü bir menzildir. Her birimizin hayatı, bir endâm aynasıdır. Şu dünyadan her birimize birer dünya var. Birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sahîfedir. Hayatımız bir kalem. Onunla sahîfe-i a‘mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor.
Bu temsilde anlatılan hakikî oda, içinde yaşadığımız şu kâinatı ve gerçek dünyayı temsil ederken, aynalardaki yansımalar ise her insanın kendine has iç dünyasını ve şahsî âlemini betimler. İnsan, kendi iç âleminde değişiklik yapabilir; o dünyasını güzelleştirebilir, karartabilir, hatta hayatına son vererek tamamen yıkabilir. Ancak dışarıdaki gerçek dünyayı –yani kâinatı– dilediği gibi şekillendirmesi mümkün değildir. Bu hususi, kişisel âlemlerin temeli, merkezi ve anahtarı bizim hayatımızdır. Aslında o kişisel âlemimiz bir sayfaya benzer. Hayatımız ise o sayfaya yazı yazan kalemdir. Hayat kalemiyle, amel defterimize birçok şey yazılır.
Eğer dünyamızı sevdik ise, sonra gördük ki, dünyamız hayatımız üstünde bina edildiği için hayatımız gibi zâil, fânî, kararsızdır. Hissedip bildik. Ona âit muhabbetimiz, o hususî dünyamız ayna olduğu ve temsîl ettiği güzel nukūş-u esmâ-yı İlâhiyeye muhabbetimize döner. Ondan cilve-i esmâya intikāl eder. Hem o hususî dünyamız, âhiret ve cennetin muvakkat bir fidanlığı olduğunu derk edip, ona karşı şedîd hırs ve taleb ve muhabbet gibi hissiyâtımızı onun neticesi ve semeresi ve sünbülü olan uhrevî fevâidine çevirsek, o vakit o mecâzî aşk, hakîkî aşka inkılâb eder.
Eğer dünyamızı sevmişsek şunu hatırlamalıyız ki o dünya da hayatımız gibi geçici ve güvensizdir. Bu sırrı anladığımızda o dünyaya olan sevgimiz, aslında Allah’ın isimlerinin nakışlarına duyulan sevgiye, Allah’ın isimlerinin tecellisine yönelir. Yani dünya sevgisi mecazî kalmaz, hakikî bir Allah sevgisine dönüşür. Kendi dünyamızın, ahiret ve cennetin geçici bir bahçesi olduğunu, ebedi âlemin bir hazırlık yeri, tarlası olduğunu anlasak, dünyaya karşı olan aşırı arzularımızı, hırs ve taleplerimizi onun âhirete yönelik sonuç ve faydalarına yönlendirsek işte o zaman Dünyaya olan geçici muhabbet, sevgi, aşk; hakîkî gerçek muhabbet ve aşka dönüşür. Dünya sevgisi Allah sevgisine dönüşürse anlam kazanır, kıymet bulur.
Yoksa نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ اُولٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ sırrına mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevâlini düşünmeyerek, hususî kararsız dünyasını aynı umûmî dünya gibi sâbit bilip, kendini lâyemût farz ederek dünyaya saplansa, şedîd hissiyât ile ona sarılsa, onda boğulur gider. O muhabbet onun için hadsiz belâ ve azabdır. Çünkü o muhabbetten yetîmâne bir şefkat, me’yûsâne bir rikkat tevellüd eder. Bütün zîhayatlara acır. Hatta güzel ve zevâle ma‘rûz bütün mahlûkāta bir rikkat ve bir firkat hisseder. Elinden bir şey gelmez. Ye’s-i mutlak içinde elem çeker.[1]
Aksi takdirde “Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu” âyetine muhatap oluruz. Yanlış bir kıyas yaparak yukarıdaki ayna misalinde olduğu gibi kendi aynamıza yansıyan dünyamızı gerçek oda olan dünya zanneder, kendi geçici dünyamıza kıyaslayarak sabit zannedip, hayatın sona ereceğini düşünmeden yaşarsak kendimizi ölmeyecek gibi düşünüp dünyaya sıkıca sarılır, sonunda o dünyada boğulup gideriz. O sevgi, sonsuz bela ve azap olur. Çünkü mecazi, gerçek ve doğru olmayan bu muhabbet ve sevgiden yetimane bir şefkat, bir merhamet ve umutsuz bir hassasiyet doğar. Geçici şeylere aşkla bağlanan kişi, onların elinden gideceğini anlayınca derin bir üzüntü hisseder. Faniliği anlayınca, bütün canlıların ölümle karşılaşacak olması kişide sürekli bir acı ve üzüntü hissi doğurur. Özellikle güzel ama yok olmaya mahkûm olan bütün varlıklar için derin bir acı hisseder. Çünkü geçici olan güzelliklerin zevali, kişide bir hüzün oluşturur. Ama bu gidişi durdurmaya gücü yetmez. Allah’tan uzak dünya sevgisi, sonunda insanı karanlık bir umutsuzluğa ve elemlere sürükler.
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s. 6-7