Soru

İrade Sağlamlığı

Her insanın zaafları var. İnsanların bu zaaflarına yönelik her yönden çok kuvvetli saldırılar var. Bir insan, bu kadar saldırı karşısında iradesine nasıl hakim olabilir?

Tarih: 31.12.2009 00:00:00
Okunma: 7328

Cevap

Bu saldırılar karşısında, insanın iradesini güçlendrimek için şu hususlara çok dikkat etmesi şarttır:

1. Bilindiği gibi cihad iki kısımdır. Biri maddi ve dış düşmana karşı yapılan cihaddır. İkincisi ise manevi olarak nefis ve şeytana karşı yapılan cihaddır. Bu ikinci cihad daha zor ve daha müşkilatlıdır. Peygamberimiz (asm) Tebük seferinden dönüşte ashabına şöyle buyurmuştur: " Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" (Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ', I, 425) Bu hadisinde Hz. Peygamber, en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini "küçük cihad" olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi “büyük cihad" olarak nitelendirmektedir. " Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir" (Tirmizî, Cihad, 2)

“Nefse, şeytana ve azgın isteklere karşı verilen cihada "büyük cihad" isminin verilmesinin sebebi şudur: Nefse ve azgın arzulara karşı verilen cihad aralıksızdır. Oysa kâfire karşı arasıra savaş verilir. halbuki cephe savasçısı düsmanını görür; fakat şeytan görünmez. Görünür düşmana karşı cihad vermek, görünmez düşmanla cihad etmekten daha kolaydır. Ayrıca şeytana karşı savaşırken onun, senin nefsinde bir destekçisi vardır; bu destekçi nefsin azgın arzularıdır, oysa ki kâfirlerle yapılan savasta seninle beraber onların bir yardımcısı yoktur. Bu yüzden şeytana karşı verilen cihad daha zordur. Yine savasta kâfir öldürürsen zafer ve ganimet elde edersin. Kâfir seni öldürürse şehitlik rütbesi ile cennet kazanırsın. Halbuki şeytanı öldüremezsin, ama o seni öldürecek olursa Allah'ın cezasına çarpılırsın. Nitekim derler ki: "Savasta atını elinden kaçıran kimse düsmanın eline düşer. Buna karşılık imanını yitiren kimse Allah'ın gazabına uğrar. Böyle bir şeyden Allah (C.C)'a sığınırız!..."(İmam Gazali)

2.Bu zamanda Kur’an-ı Kerim’in en çok ehemmiyet verdiği şey, günahlara karşı takva ve amel-i salih esaslarıdır. Takva, günahlardan ve Cenab-ı Hakk’ın yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. Amel-i Salih ise, ibadetleri, hayır ve hasenatları kazanmaktır. Aynı zamanda takva ile her bir günahı terk etmek farz olduğundan, o da bir amel-i salih olduğu gibi, her bir farz ibadeti terk etmek de haram olduğundan o haramı işlememek de takva sayılır. Günahların böyle her tarafı istila ettiği bir zamanda, toplum içinde yaşayan bir kimse, her dakikada yüz günaha maruz kalır. Takva ve sakınmak niyetiyle o günahları terk etmek, yüz amel-i salih hükmüne geçer. Zira her bir günahın terki bir farz olduğundan, bir farz da birçok sünnetlere mukabil sevab kazandırır. Bu sevablar diğer ibadetlerin sevablarıyla birlikte insanda iyilik yapma meylini kuvvetlendirdiği gibi, günahlara karşı meyli de kırmaya vesile olur. Zaten sabır üç çeşittir; birisi de takva olarak günahlara karşı sabredip o günahları işlememektir. Şu sabır “şübhesiz ki
Allah inayetiyle, muvaffakiyetiyle, takva sahipleriyle beraberdir.” ayetinin sırrına mazhar olarak Allah’ın yardımına vesile olur.

3.ihsan hadisinde geçen “Allah’ı görüyormuşçasına ona ibadet et. Eğer sen onu görmüyorsan, şübhesiz ki O seni görüyor.” emrine binaen her an huzur-u ilahide olduğumuzun farkında olmamız gerekir. Allah mekândan münezzeh ve beri olmakla beraber, her yerde hazır ve nazırdır. Yani her an sıfatlarıyla bizimle beraberdir ve biz O’nun gözetimi altındayız. Onsuz hiçbir ânımız yoktur. Zaten imanın verdiği şuur ile varlıkları tefekkür ettiğimizde O’nun bizim yanımızda olup gözetimi altında bulunduğumuzu anlarız. Nasıl ki canlı yayınlarda televizyon vasıtasıyla çok uzak yerleri ve sesleri görüp işitiyoruz. Aramızda bulunan varlıklar ve mesafe bir engel teşkil etmiyor. Hatta televizyon kablosu, görmemize ve işitmemize engel olmadığı gibi görüp  işitmemize bir vesile olmaktadır. Aynen öyle de Cenab- ı Hakk’ın, her an varlıkların seslerini işitip ihtiyaçlarını görmesi ve vücutlarını istediği gibi işleyip tasarruf etmesi gösterir ki, bizimle Allah arasında olan şeyler, onun bizi görmesine ve seslerimizi işitmesine ve beraber olmamıza engel olmadığı gibi, olsa olsa ancak birer vesile olabilir. Öyleyse bir günahı işleyeceğimiz zaman onun huzurunda ve gözetimi altında olduğumuzu bilmeliyiz. Bir tarafta Cenab-ı Hakk manen: “ Ey kulum! Bu günahın sana zararı var. İşleme!” diyor. Diğer tarafta arkadan nefis ve şeytan bizi dürterek: “ Ey Allah’ın kulu! Seni yaratan Rabbini değil, beni dinle!” Zehirli bir bala benzeyen o günahı geçici lezzete binaen işle! diyor. Bu manzara karşısında hiçbir zaman bozulmamış veya gaflet içinde bulunmayan bir vicdan, bile bile Rabbine karşı gelip, hem kendisinin hem Rabbinin düşmanı olan şeytana uyar mı? Bu tefekkürden herkes derecesine göre istifade edebilir.

4. Dünya’da her günahın içinde bulunan cüz’i bir lezzetle beraber, bazen bin elemin de bulunduğunu düşünüp akıl gözüyle görmek gerekir. Hissiyat-ı insaniye kördür. Akıbetleri ve neticeleri görmez. Her zaman hazır bir gram lezzeti ilerideki birçok lezzetlere tercih eder. Hazır bir elem ve azaptan da çekinir. İlerideki çok elem ve azaplara maruz kalır. Mesela, gençliğimizi kötüye kullanıp günahlara girersek kabir, ahiret ve cehennem azabından başka, o günahların verdiği nefse ait cüz’i lezzetlere bedel vicdan azabı, düşman kazanmak, hastalıklar ve hapishanelere düşmek gibi binlerce elem ve sıkıntı vardır. Hem küfür ve dalalette muvakkat ve geçici haram lezzetlerle beraber, kafirler için ölümü yokluk kabul etmek, günahkarlar için kabir kapısını, günahların cezası olarak, ebedi bir cehennem kapısı olduğunu görmek dünyada dahi küfür ve günahlardaki o lezzetten binler kat daha ziyade elem verir. Çünkü bir insan için verilen bir iki sene veya beş on sene sonra vukuu kesin bir idam kararı karşısında, o insan idam oluncaya kadar yaşadığı hayatından hiç lezzet alamadığı gibi o kararı düşündükçe de idam ediliyormuş gibi  elem ve azap çeker. Öyle de kâfir, ölümü kendi hakkında kesinlikle vukuu bulacak bir idam kararı olarak gördüğünden, her an “ölebilirim” beklentisinden dolayı hayatından aldığı lezzetten binler derece fazla elem ve azap çeker. Bunun gibi fasık ve günahkâr adam da, kabri günahlarının cezasını çekmek için bir cezaevi kapısı olarak gördüğünden, her an “ölüp o kapıdan gireceğim” diye beklediği için, dünya hayatında dahi o günahlardan aldığı lezzetten bin derece fazla sıkıntı ve elem çeker.

Buna mukabil insan, gençliğini ibadet ve hayırda sarf edip, kabrin kendi hakkında saadet-i ebediye ve cennet kapısı olduğuna inanmakla, dünya hayatında iman ve ibadet yolunda çektiği sıkıntı ve elemlere bedel, binler derece fazla zevk ve lezzet alır. Diğer ibadetler ve günahlar da bunlara kıyas edilirse, şüphesiz iman ve ibadette bir tuba-yı cennet çekirdeği saklı olduğu gibi, küfür ve dalalette de bir zakkum-u cehennem bulunduğu anlaşılır.

5. Nefsimizin azmasına engel olan az yemek az içmek az uyumak gibi esaslara uymaktır. Peygamber efendimiz(asm) şöyle buyurmuşlardır: "Şeytan, insan vücudunda kan damarları yolu ile dolaşır, Buna binaen siz onun dolaşım yolunu açlıkla daraltınız. Kıyamet günü, insanların Allah (C.C)'a en yakın olanı, en uzun müddet aç ve susuz kalanıdır." “Tahkike göre mide aşırı arzuların kaynağıdır. Hikmet ehlinden biri der ki, "nefsinin kontrolü altına giren kimse, onun azgın arzularından hoşlanmaya mahkûm olmuş, onun yanılmalar zindanında tutuklanmış ve kalbini faydalı şeylerden mahrum etmiş olur. Vücud azaları toprağını azgın arzularla sulayanlar, kalblerinde pişmanlık ağacı dikmiş olurlar."(İmam Gazali)

Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri de şu açıklamayı yapmıştır:  “Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis Rabbisini tanımak istemiyor, firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, za'fını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir. Hadîsin rivâyetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: (Ben neyim, sen nesin?) Nefis demiş: Ben benim, sen sensin Azab vermiş, Cehennem'e atmış, yine sormuş. Yine demiş: (Ene ene, ente ente.) Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: (Men ene vema ente?) Nefis demiş: Sen benim Rabb-i Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim.”(Mektubat 254)
 
6. Yaptığımız dua ve tevekkül, hayırlara olan meylimizi kuvvetlendirdiği gibi, tevbe ve istiğfar dahi şerlere olan meylimizi kırar. “ Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz'-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet'e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan Zakkum-ı Cehennem'e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.” (Kader Risalesi, Tılsımlar 85)

7. insan fıtraten her türlü iyiliği yapma isti’dadına sahip olduğu gibi, her türlü fenalığı da işleyebilir bir yaradılışa sahiptir. Onun için insanın, günahların yaşanabileceği ortam ve mekânlardan uzak durması ve iyiliklerin yaşandığı yerleri tercih etmesi icab eder. Ayrıca insan, kötü çevre ve arkadaşlardan uzaklaşıp, iyi çevre ve arkadaşlar edinmelidir. Çünkü hadis-i şerifte: “kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde herkes kiminle arkadaşlık yaptığına baksın." (Ebu Davud, Edeb, 19; Tirmizi, Zühd, 45) buyrulmuştur.
 
Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kötü arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyurur: “Kötü arkadaşları terket. Onlara sevgi duyma, sâlihleri sev. Yakının bile olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi ar¬kadaşlarla berâber ol. Kimi seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hâsıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak.”

Son olarak, hadiste geçtiği gibi nefsimize sürekli, “ateşe dayanabileceğin kadar günah işle” sözünü hatırlatarak onun günahlara karşı meylini kırmamız mümkün olabilir.

Rabbimiz bizleri nefislerimizden, cinni ve insi şeytanların  şerrinden muhafaza eylesin .amin.


Etiketler

Alâkalı Sorular

Yorum Yap

Yorumlar