Bugünkü Hıristiyanlığın İsâ (a.s.)’a bakışı Müslümanların düşüncelerinden farklıdır. Bunun sebepleri nelerdir?
İkisi de kutsal kitaplara dayanırlar. Fakat arada bir fark var. İncil tahrif edilmiştir, Kur’ân ise tahrif edilmemiştir.
Şöyle ki:
“Müjde” manasına gelen İncil, İsâ (a.s.)’a indirilmiş kutsal kitaptır.
İsâ (a.s.) kendisine vahyedilen İncil’i insanlara tebliğ etmiş, fakat onun tebligatı yazıya geçirilmemiştir.
Onun sema ’ya kaldırılmasından sonraki dönemlerde Hristiyanlar arasında ihtilaflar çıkmıştır.
O’na bir peygamber diyenler olduğu gibi, ifrat edip (haşa) İlah olduğunu, Allah’ın oğlu olduğunu savunanlar da olmuştur.
Teslis inancını Hristiyanlığa sokan Pavlos’un bu konuda büyük tesiri vardır. Çok sonraları şifahi olarak anlatılan şeyler yazıya geçirilmiştir.
Fakat şifahi olarak anlatılan bu rivayetler birbirinden çok farklı olduğundan onlarca İncil nüshası ortaya çıkmıştır.
İskenderiye kilisesi papazı olan Arius, İsa (a.s.)’ın bir insan olduğunu, İlah olmadığını kabul ediyordu. Miladi 300 yıllarının başında onun bu inancını kabul eden insanlar oldukça çoktu.
Roma İmparatoru Konstantin putperest iken Hristiyanlığı kabul etti. Fakat o teslis inancını savunuyordu. Hristiyanlar arasındaki ihtilafı kaldırmak amacıyla miladi 325 yılında İznik’te 2048 piskoposu topladı. Bu toplantı tarihlere İznik konsili olarak geçti. Bunlar içinde Pavlos’un fikrinde olan 318 kişi vardı. Kral Konstantin teslis inancını kabul ettiğinden, azınlık olan 318 kişiyi destekledi ve 40-50 İncil içinden teslis inancına uygun Matta, Markos, Luka ve Yuhanna isimlerini taşıyan 4 İncil seçildi, diğer İnciller yasaklandı.[1]
Muhammed Hamidullah şöyle der: [Kilise 60’dan fazla İncil içinden yalnızca dördünü kabul eder]. Ancak bunları, kimin, ne zaman, kimin emri ile ve hangi kritere (esasa) göre seçtiğine dair herhangi bir bilgimiz yoktur. Fransız tarihçi Volter’in, papazların/rahiplerin, çeşitli müelliflere ait bütün İncilleri kilisede idârî/resmî görevlilerin masası üzerinde topladıklarına, sonra masayı salladıklarına, masanın üzerinde kalanları gerçek, yere düşenleri ise sahte olarak kabul ettiklerine dair söylediklerinin doğru olduğunu bilmemekteyiz. Onların her birinde Faraklît’in (yani peygamberimiz Ahmed’in/Muhammed’in a.s.m.) bir peygamber olarak geleceğinin) müjdesi vardır.[2]
Bu 4 İncil’in seçilmesinden sonra diğer İnciller yasaklandı. İsâ (a.s.)’ın bir İlah olmadığını söyleyenler aforoz edildi veya cezalandırıldı. Zamanla teslis anlayışı bütün Hristiyanlar arasında yaygınlaştı ve Arius’un savunduğu Allah’ın birliği ve İsâ as’ın peygamber olduğu anlayışı unutuldu.
Böylelikle Hristiyanlık bozulmuş oldu.
Barnaba İncili:
Barnaba Hz. İsâ (a.s.)’ın havarisi idi. Onun yazmış olduğu İncil de yasak kitaplar içine dahil edildi. Yüzyıllar boyunca yasak olan bu kitap 20. Yüzyılda ortaya çıkarılmış ve basılmıştır. Bu kitap Türkçeye de tercüme edilmiştir.
Barnaba İncilinde İsâ (a.s.)’ın bir peygamber olduğu anlatılır ve Allah’ın oğlu olduğu iddiası reddedilir. İsâ (a.s.)’ın haça gerilmediği, göğe refedildiği, ahir zamanda, ahir zaman peygamberinin bir ümmeti olarak geleceğinden bahsedilir. Peygamberimiz (s.a.v)’in özelliklerinden de çoklukla haber verir.[3]
Bu konuda daha geniş bilgi için Linkte bulunan yazıdan istifade edebilirsiniz. https://islamansiklopedisi.org.tr/barnaba-incili
Ölü Deniz Yazmaları:
1948 yılında Kudüs yakınlarındaki Ölü Deniz’e yakın bir yerde mağaralarda 800 aded belge bulundu. Söylendiğine göre bu belgeler İbranice Tevrat ve İncil nüshalarıydı. Yahudi ve Hıristiyan bilim adamları bunları araştırmaya başladılar. Fakat aradan 60 yıldan fazla bir zaman geçtiği halde bu belgeler açıklanmadı. Belgeleri inceleyenler içinde “Eğer açıklarsak medeniyetimiz tehlikeye girer” diyenler oldu.
Bu belgelerin açıklanmayışı, büyük ihtimalle belgelerle şu andaki Hıristiyanlığın uyuşmamasından kaynaklanıyor!
Kur’ân-ı Kerim:
Kur’ân tahrif edilmemiş, edilememiş ve edilemeyecek tek kutsal kitaptır!
O nasıl inmiş ise, bu zamana kadar o şekilde gelmiştir.
Bozulmadan, tahrif edilmeden günümüze kadar gelen tek kutsal kitap Kur’ân’dır.
Muhammed Hamidullah diğer kitapların tarihini anlatıp onların tahrif edildiğini ortaya koyduktan sonra, Kur’ân hakkında şöyle söyler:
İbn İshâk, batıda basılan Meğâzî’sinde (s. 28) şunu zikretmektedir: “Resûlullah [sav]’e vahiy inince o onu önce erkeklere, akabinde de kadınlara okurdu. Sonra bir (vahiy) kâtibi çağırır ve o[nâzil ola]nı yazdırırdı. Yazma işi bitince, yaptığı hata veya yanlışlığı düzeltmesi için kâtibe, “yazdığını oku” derdi. Nüshaları çoğaltır ve onları Müslümanların evlerine dağıtırdı. Onlara, güvenilir bir üstâzın yani, Nebî (s.a.v.)’in önünde, sonra da onun izin verdiklerinin yanında Kur’ân’ı tedrîs etmelerini emrederdi. Sahabeye, Kur’ân’ı ezberlemeleri, her gün namazlarda birkaç defa onun tilavetini tekrarlamaları tavsiyesinde bulunurdu. Yeni âyetler indiği zaman hep aynı şeyleri yapardı. Yeni gelen vahyin, Kur’ân’ın bütünü içindeki-yazılacağı/yerleştirileceği- yerinin neresi olduğunu söylerdi. Çünkü onları nüzul yani sıra ve tarihine göre tedvin[4] (tertip ve düzenleme) etmiyordu. Her defasında böyle yapıyordu.
Medine’ye hicret edince yeni bir tedbir aldı; her Ramazan ayında, o zamana kadar inmiş olan bütün Kur’ân’ı sesli olarak açıktan okumaya başladı. Sahâbe ise, (önceden yazdıkları Kur’ân) nüshalarını getiriyor, ondaki tertibi (sıralamayı) düzelttikleri gibi kelimeleri de düzeltiyor ve bu işi, arza (العرضة ) diye isimlendiriyorlardı.
Resûlullah (a.s.m.), hayatının son Ramazan’ında Kur’ân’ı iki kere okumuştur. Bu son arza, Kur’ân tarihinde büyük bir yankı yapmıştır. Bu ve diğer tafsilat için, Fransızca Kur’ân-ı Kerîm tercememin mukaddimesine başvurulabilir, orada bütün kaynaklar vardır.
Nebî (a.s.m.)’ın vefatı ve Müseylimetü’l-kezzâb savaşından sonra Ebû Bekir (ra) Kur’ân’ın, Mushaf (yani, sayfalardan oluşan bir kitap) halinde istinsahını emretti. Bunun için vahiy kâtibi Zeyd b. Sâbit (r.a.)’a, Kur’ân’a dair, ezberinden herhangi bir şey (kelime) yazmaması, aksine, yazılmış ve Nebî (a.s.m.)’a arz edilmiş iki nüshaya dayanması emrini verdi. Bundan sonra Hz. Osman (r.a.)’ın hilâfeti zamanında bu mushaftan çeşitli nüshalar istinsah edip vilayetlerin merkezlerine gönderdiler. Onlardan şu anda bir nüsha İstanbul’da (ki bu önceden Medine’de idi), bir adet Taşkent’te (bunu Timurlenk Şam’dan getirmiştir), bir tanesi de, Londra İndia Office kütüphanesinde bulunmaktadır ki onlar (İngilizler) bu nüshayı, 1857’de işgal ettikleri zaman Dehli’deki Moğol sultanlarının kütüphanesinden gasbetmişlerdir.[5]
Hz. Osman döneminde çoğaltılan Kur’an’lardan sonra, bu nüshalara dayalı olarak el yazmasıyla Kur’an’lar çoğaltıldı, bütün İslam alemine yayıldı. Bu yayılmada Müslümanlar çok hassas ve titiz davranarak Kur’an’a ne eksik, ne de fazla bir şey yazmadılar. Bunun en büyük delili, bütün dünyadaki Kur’an’ların harfi, harfine aynı olmasıdır.
Bütün bunların neticesinde, Kur’ân peygamberimiz (a.s.m.)’a nasıl inmişse, aynı hal muhafaza edilerek bugüne kadar bozulmadan gelmiştir. Halbuki diğer kitapların orijinal halleri muhafaza edilememiştir.
İslam dini kendisiyle şereflenmiş Müslümanlara; kâinatta “Allah’tan başka hiçbir yaratıcı yoktur.” inancını ve dersini verir.
Hz. Muhammed (a.s.m.) ve diğer bütün peygamberlere kul olan birer elçi gözüyle bakar. Allah ile kul arasındaki aracı gibi görünen her ne varsa bunlarda gerçek manada yaratıcı bir kudretin varlığını reddeder. Hakiki tesir yalnız Allah’tadır. Bu elçilere birer ayna gözüyle bakar. Bunlarda görünen bütün güzellikler Allah’a aittir. Kendi tabiatlarının veya kendilerin özellikleri değildir.
Bu elçiler İlahî mesajı getirdiklerinden, İlahî ihsanlara nail olduklarından, Allah’a en güzel itaat eden insanlar oldukları için değerlidirler.
Hıristiyanlıkta ise aracılar bizzat bir anlam ifade ederler. Bu aracılarda görünen güzelliklerin ve mükemmeliklerin kendi tabiatları gereği olduğunu bilirler. Adeta onları birer lamba veya birer güneş görürler. Padişahı unutup, sultanın hediyesini insanlara getiren elçiyi bir padişah olarak görürler. Ona da padişah ünvanı verirler. Aynada görünen güzelliği aynadan bilirler. Aynaya ona göre değer verirler. Aynada yansıyan güneşi aynadan bilerek “bu ayna da güneştir” derler. Öylece inanırlar.
Hülasa: doğum tarihi belli olanın İlah olamaması, yani varlığı bir başkasına bağlı olan bir şeyin İlah olamayacağını, insanlar gibi yemeye, içmeye, ihtiyaçlarını görmeye mecbur olanın diğer insanlardan veya varlıklardan farklı olmadığı, ölümünü engelleyemeyenin aciz olup İlah olamayacağının; Allah’a çocuk isnâd etmenin en büyük bir hata olduğunu İslamiyet Müslümanlara ders vermektedir.
[1] Muhammed Ebu Zehra, Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Fikir y, 1978, İst, s, 230. Bu 4 İncil’lerin hiçbiri İsâ (a.s.)’ın dili olan İbranice değil, Latince yazılmıştı ve dördü de İsâ (a.s.)’ın hayat hikayesi (biyografisi) şeklindeydi.
[2] Din bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı:3, s, 160. (Kur’ân-ı Kerîm ile diğer Semâvî Kitapların/Sayfaların Karşılaştırmalı Kısa Bir Tarihi. Muhammed Hamîdullah (Çev: Bahattin Dartma)
[3] Bu konuda bkz: Muhammed Ebu Zehra, Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Fikir y, 1978, İst, s, 96 – 108. / vd.
[5] Muhammed Hamîdullah