Acaba Bediuzzaman Said Nursi Hazretlerinin yazmış olduğu Hutbe-i Şamiyeyi özetleyebilir misiniz ? İki dehşetli hal ve 6 hastalık nelerdir? Bu hastalıkların devaları ve reçeteleri nedir? İzah eder misiniz?
İki Dehşetli Hal ve Çözümü
Bediüzzaman Hazretlerine göre; bugün İslâm toplumlarında 'iki dehşetli hal' yaşanmaktadır: Birincisi, Batının materyalist bir alt yapıya oturtulmuş fen ve felsefesinden kaynaklanan küfr-ü mutlakın (ateizmin) Müslümanlar arasında yaygınlaşmasıdır.
İkincisi ise, Batı medeniyetinin ahireti değil, dünya menfaatlerini ve dünya lezzetlerini ön plana çıkaran yapısından, günümüz Müslümanları büyük oranda etkilenmişlerdir. Bu yüzden -ahirete inandıkları halde- fani dünyanın geçici lezzetlerini, ebedi olan ahiret hayatına ve lezzetlerine tercih etmektedirler.
Bediüzzaman Hazretleri’nin bu iki dehşetli halden birincisine getirdiği çözüm yolu şudur: Eskiden küfr-ü mutlak yaygın olmadığından ve teslimiyet İslâm toplumlarında var iken eski alimlerin sözleri Müslümanlara tesir ediyordu. Şimdi ise küfür yaygınlaşmış, teslimiyet de kırılmıştır. Bugünkü insanlara tesir etmemiz, ancak delil ve ispatla mümkündür. İşte Risale-i Nur pek çok risalesiyle imanî konuları kuvvetli delil ve hüccetlerle ispat ederek ateizmi (küfr-ü mutlakı) çürütmüş, dinsizleri susturmuş, pek çok insanın imanını takviye etmiş, hatta kurtarmıştır.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ikinci dehşetli hale getirdiği çözüm yolu ise şudur: Günahlarda tiryaki olmuş günümüz insanlarını, içinde oldukları halden kurtarmak, iman ve İslâmiyet'te daha dünyada iken cennet lezzetleri olduğunu, günahlarda ise cehennem elemleri olduğunu ispat etmekle mümkündür. Aksi halde bu insanlara Allah'ın, cennet ve cehennemin varlığını da ispat etsek, onları alıştıkları haram lezzetlerden kurtarmamız zordur. Çünkü bu asırda hissiyat, akla ve kalbe galebe çalmış bir durumdadır. Risale-i Nur pek çok eczalarında, iman ve İslâm esaslarında henüz dünyada cennet lezzetlerini; küfür ve günahlarda cehennem elemlerini ispat ederek pek çok insanları fısk ve küfürden kurtarmaktadır.
6 Hastalık ve Reçetesi
Avrupa’nın ilerlemesi ve Müslümanların geri kalması altı hastalıktan kaynaklanmaktadır. Bunlar;
Kur’ân’dan alınan altı kelime ile bu hastalıklar tedavi edilir.
Birinci Kelime: Emel, yani Allah’ın rahmetinden kuvvetli ümid beslemek. Gelecek, yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, Kur’ân’ın ve imanın hakikatleri olacak. İslâmiyet’in esaslarının hem manevi hem de maddi olarak ilerlemek için mükemmel bir kabiliyeti bulunmaktadır. Manevi ilerlemeye müsait olduğunu gerçek tarihi veriler şehadet etmektedir. Zira tarihe bakıldığında Müslümanlar, İslâmiyet’in hakikatlerini yaşadığı ölçüde medeniyetler kurmuşlardır. Gevşedikleri ölçüde de gerileyip iç karışıklıklara ve mağlubiyetlere düşmüşlerdir. Diğer dinler de ise durum bunun tam tersinedir.
Hz. Peygamberden günümüze kadar hiçbir Müslümanın aklen muhakeme ederek din değiştirdiği görülmemiştir. Lâkin diğer din mensuplarından düşünce sonucunda çokça Müslüman olmuştur. Eğer Müslümanlar İslâmiyet’in ve imanın hakikatlerinin güzelliğini yaşantılarıyla gösterebilseler, diğer din mensupları cemaatlerle İslâmiyet’e girecektir. Belki bazı devletler ve kıtalar Müslüman olacaktır.
İnsanlar savaşların, yaşanan büyük olaylar ve pozitif bilimlerin sayesinde dinsiz olarak yaşayamayacağını anlamıştır. İnsanın cevherini ve kabiliyetlerini keşfetmiştir. İnsan, yalnız bu hayatı yaşamak için yaratılmamıştır. Ebedi duyguları taşımaktadır. Sonsuz yaşamayı istemektedir. Bundan dolayıdır ki herkes, hak olan din arayışı içine girmiştir. İleride inkârcılığın ortaya çıkmasıyla bu ihtiyaç daha fazla hissedilmeye başlanacaktır.
Biz Kur’ân şakirtleri olan Müslümanlar, delillere uyuyoruz, Akıl, fikir ve kalbimizle iman ediyoruz. Başka dinlerin bazı efratları gibi ruhbanları taklit için delilleri bırakmıyoruz. Onun için akıl, ilim ve fen hükmettiği gelecekte, elbette aklî delillere dayanan ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecektir.
Özetle; Allah’ın nurunu tamamlayacağına, gelecekte Kur’ân’ın, İslâmiyet’in, imanın nurları bütün dünyaya hâkim olacağına inanmalıyız. Rabbimizin rahmetine dayanmalı bu hakikat üzerine daima O’na güvenmeliyiz. Bu işte hissedar olabilmek adına gayretle çalışmalıyız.
İkinci Kelime: Ümitsizlik, İslâm dünyasının kalbine girmiş en dehşetli bir hastalıktır. Bu ümitsizlik; İslâm coğrafyası sömürge haline gelmiş, Müslümanların yüksek ahlakını öldürmüş, ümmet yerine kendini düşünme duygusunu ortaya çıkarmış, Müslümanların manevi kuvvetini kırmış, Müslümanlara “Neme lazım” dedirtip İslâmiyet’e hizmet etmeyi terk ettirmiştir. Milletlerin kanser hastalığıdır. Bütün mükemmelliklere, gelişimlere engeldir. Korkak, aşağı ve aciz insanların bahanesidir. Ümitsizliğin başını parçalamak için “لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰه”[1] “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz ayetine sarılmalıyız. Ümitsizliğin belini kırmak için “مَالاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَيُتْرَكُ كُلُّهُ”[2] hakikatlerini kullanmalıyız.
Üçüncü Kelime: Doğruluk, İslâmiyet’in temel esasıdır. İslâmiyet’in kazandırdığı yüksek huyların bağıdır. Yüce duygularının mizacıdır. Müslüman toplumunun hayat düğümüdür. Öyle ise manevi hastalıklar, doğrulukla tedavi edilmelidir.
Riyakârlık ise fiilî bir yalancılıktır. Dalkavukluk ve yapmacıklık alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, zararlı bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Allah’ın kudretine bir iftira etmektir. Küfür, bütün çeşitleriyle kizbdir, yalancılıktır. İman ise sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe vardır. Şark ve garp kadar birbirinden uzak olmaksı lâzım geliyor. Nâr ve nur gibi birbirine girmemesi lâzım. Hâlbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda bu iki hasleti birbirine karıştırmış. Beşerin gelişmesini de engellemiştir.
Asr-ı saadette doğruluk vasıtasıyla Hz. Muhammed (sav) a’la-yı illiyyine çıkmıştır. Doğruluk anahtarıyla iman ve kâinatın hakikatlerini keşfetmiştir. Sahabe, en değerli mal, hakikatlerin anahtarı ve Hz. Peygamberi (sav) ala-yı illiyyine çıkmasına vesile olan doğruluğa müşteri olmuşlardır. Yalan vasıtasıyla Müseyleme-i Kezzab ve benzerleri ise esfel-i safiline düşmüştür.
Kurtuluş, yalnız doğruluktadır. En sağlam zincir doğruluktur. Ama maslahat için kizb ise, zaman onu nesh etmiş. Çünkü maslahat ve zarûret için bazı âlimler muvakkat fetvası vermişler. Bu zamanda o fetva verilmez. Çünkü o kadar sû’-i istimal edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm, maslahata bina edilmez. Maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. Çünkü belirli bir sınırı yok. Sû’-i isti‘mâle müsâid bir bataklıktır. Öyle ise “اِمَّا الصِّدْقُ وَاِمَّا السُّكُوتُ” yani yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya susmak.
Bununla beraber her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değildir. Bazen zarar verecekse susmak gerekir, yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa kötü tesir eder. Hak, haksızlıkta sarf olur.
Dördüncü Kelime: Muhabbete en lâyık şey muhabbettir. Husumete en lâyık sıfat ise husumettir. Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyet’in mizacıdır, bağıdır. Toplumsal hayatta huzurun kaynağı olan muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Toplumsal hayatta huzuru kaçıran düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeye müstahak, çirkin ve zararlı bir sıfattır.
Bazen insanın gururu ve nefisperestliği, farkında olmadan ehl-i imana karşı haksız olarak düşmanlık eder. Kendini haklı zanneder. Hâlbuki bu husumet ve düşmanlıkla, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve insaniyet gibi kuvvetli sebepleri hafife almaktır. Kıymetlerini düşürmektir.
Beşinci Kelime: Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet’tir. Osmanlı hilafetinin ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin incisi, kalesi hükmünde Arap ve Türk hakiki iki kardeş, o kutsi kalenin nöbettarlarıdırlar. İşte, bu kutsi milliyetin bağıyla, bütün ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin ferleri gibi, İslâm taifeleri de birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile bağlı ve alâkadar olur. Birbirine mânen, maddeten yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir nurani bağ ile birbirine bağlıdır. Nasıl ki aşirette bir kimse suç işlese bütün aşiret üyeleri o suçu işemiş gibi itham edilir, yahut bir iyilik etse bütün aşiret üyeleri o iyiliği yapmış gibi kabul edilir.
İşte bu hakikat içindir ki, bu zamanda ve özellikle kırk-elli sene sonra, kötülük, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar İslâm nufusünün haklarına tecavüz olur. Şu zamanda bir adamın günahı, bir kalmıyor. Bazen büyür, sirayet eder, yüz olur. Bu yüzden;
“Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz” diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve çalışmamanız, ittihat-ı İslâm ile, gerçek islamî milliyet ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır. İslâmiyet’in kudsiyetine temas eden iyilik, yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o sevap, milyonlar ehl-i imana manen fayda verebilir. Manevi ve maddi hayatın bağlarına kuvvet verebilir. Onun için “Neme lâzım” deyip kendini tembellik döşeğine atmak zamanı değil.
Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir fiyat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve sosyal hayatımıza temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar. Terakkîlerine medâr ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri, kötü ahlaklarıdır. Meselâ, bizden aldıkları milli bir özelllik ile bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem, milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde sonsuz bir hayatım var.” İşte bu kelimeyi bizden almışlar. Kendi gelişmelerinde en sağlam esasları yapmışlar. Bizden çalmışlar. Bu kelime ise ancak hak dinden ve iman hakikatlerinden çıkar. O bizim, ehl-i îmânın malıdır. Halbuki ecnebilerden içimize giren pis ve fenâ huy ile bir bencil adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben bir saadeti görmezsem, dünya istediği gibi bozulsun.”
Hem o ecnebîlerin bizden aldıkları milliyet fikri ile bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Bir adamın kıymeti, himmeti (gayreti) nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve batılıların zararlı huylarını almamız sebebiyle, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber herkes “Nefsî! Nefsî” demekle, milletin menfaatini düşünmemekle, sadece şahsi menfaatini düşünmekle bin adam bir adam hükmüne geçer.
Altıncı Kelime: Müslümanların toplumsal hayattaki huzurun anahtarı, İstişare etmektir; “وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ”[3] yani "Onların yönetimi, aralarında yaptıkları istişare iledir." ayeti , istişareyi, görüş alışverişini esas olarak emrediyor.
Asya’nın geri kalmasının önemli bir sebebi, o görüş alışverişini yapmamasıdır. Asya kıtaasının ve istikbâlinin keşşafı ve anahtarı istişaredir. İmandan gelen hürriyet ise iki esası emreder: İman gerektiriyor ki, tahakküm ve istibdat (baskı) ile başkasını aşağılamamak ve zillete düşürmemek ve zalimlere boyun eğmemek.