Soru

Allah'ın Hayy İsminin İmanın Altı Rüknünü İspat Etmesi / 30. Lem'a

30. Lema da geçen 'İsm-i Hayy'ın' imanın altı rüknünü ispat etmesini izah eder misiniz ? 30. Lema hakkında bilgi verir misiniz? 

Tarih: 28.12.2024 11:55:40

Cevap

Risale-i Nur Külliyatında Esmâ-yı Sitte Risâlesi olarak yer alan 30. Lem’ayı Hazret-i Üstad, Eskişehir Hapishanesi’de iken Kasım 1935 - Şubat 1936 tarihleri arasında te’lif etmiştir.

Bu risalede geçen altı ism-i a’zam farklı vakitlerde te’lif edilmiştir. Altı nükteden oluşan risâlede sırasıyla; 

İsm-i Kuddüs [Şaban 1354 (Kasım 1935)],

İsm-i Adl [Şaban/Ramazan 1354 (Kasım/Aralık 1935)],

İsm-i Hakem [Ramazan 1354 (Kasım/Aralık 1935)],

İsm-i Ferd ve İsm-i Hayy [Şevval 1354 (Aralık 1935/Ocak 1936)] ve

İsm-i Kayyum [Zi’lkade 1354 (Ocak/Şubat 1936)] tarihlerinde telif edilmişlerdir.

İsm-i Hayy’ın tefsir edildiği beşinci nüktede beş remiz vardır ve imanın altı rüknünün ispat edildiği bölüm hatimesiyle beraber dördüncü remizdedir.

İlgili remizdeki imanın altı rüknüne bakan bazı bölümlerini sırasıyla kısa kısa şerh edeceğiz:

1- ALLAH’A İMAN

Yeryüzünde bulunan parlak şeylerin güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerindeki kabarcıkların ziyânın lem‘alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklara ve hayâlî güneşciklere aynadârlık etmeleri, bilbedâhe gösteriyor ki o lem‘alar, yüksek bir tek güneşin cilve-i in‘ikâsıdırlar ve güneşin vücûdunu muhtelif dillerle yâd ediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar.

Akan bir nehirdeki ya da denizin yüzeyindeki su damlacıklarına dikkat edelim. Güneşin yansımasıyla parlamaktadırlar. Gölgeye düşen kabarcıklar biraz önce ışıklı iken karanlıkta kalmaları ve arkadan akan kabarcıkların ise parlaması bize gösterir ki o kabarcıklardaki parlaklık onlara ait değildir. Var olan bir tek güneşin yansımasıdır. Ayrıca gölgede olan kabarcıklar parlamadığı aynı anda gölgesiz yerde olan kabarcıkların parlaması ise o güneşin ziyasının devamlı olduğunu gösterir.

Aynen öyle de, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un Muhyî isminin cilve-i a‘zamı ile berrin yüzünde ve bahrin içinde zîhayatların kudret-i İlâhiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için “Yâ Hayy!” deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ı sermediye sâhibi olan Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un hayatına ve vücûb-u vücûduna şehâdetler ve işaretler ediyorlar.

Yer ve gökte olan tüm hayat sahipleri bu hayatlarını, ömürleri kadar gösterebilmektedirler. Vakti tamam olanın hayatı bitmekte ise de hayat hakikati devam etmektedir. Ölenler olduğu gibi doğanlar da devamlı olmaktadır. O halde hayat, varlıkların kendilerine ait olmayıp Hayy (hayatı zatına ait olan) olan bir zatın tecellisidir. Dolayısıyla Hayy olan zatın varlığı muhakkaktır. Hem doğanlarla beraber hayatın da devam etmesi Hayy olan zatın hayatının sonsuz olduğunu bize göstermektedir.

2- AHİRETE İMAN

Bu kâinâtın en mühim neticesi ve mayası ve hikmet-i hilkati hayattır. Elbette o hakîkat-i âliye, bu fânî, kısacık, noksân ve elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir.

Kâinat içinde en kıymetli olan ve bütün varlıkların ona hizmet ettiği hakikat hayattır. Hayat sahiplerinin de en kıymetlisi ve diğer hayat sahibi olan varlıkların ona hizmet ettiği mahluk insan ve insan hayatıdır. Ancak insanın dünyada hayattan hissesi kısa, geçici, eksik ve elemle karışıktır.

Elbette o hakîkat-i âliye, bu fânî, kısacık, noksân ve elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Şecere-i hayatın gāyesi ve neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir. Taşıyla, ağacıyla ve toprağıyla hayatdâr olan dâr-ı saadetteki hayattır. 

Madem bu kadar önemli olduğu halde insan hayatı kısa, geçici ve elemlidir. O halde başta insan olmak üzere hayatın esas neticesi bu dünya ile sınırlı değildir. Ve hayatın yüksek değerine layık gayesi ebedi bir hayata yöneliktir. O hayat da öyle bir yerdir ki taşı ve toprağı bile hayat sahibi olacak olan ahiret hayatıdır.

Yoksa, bu hadsiz cihâzât-ı mühimme ile techîz edilen hayat şeceresi; zîşuûr hakkında, hususan insan hakkında, meyvesiz, fâidesiz, hakîkatsiz olması lâzım gelecek. Ve sermayece ve cihâzâtça serçe kuşundan, meselâ yirmi derece ziyâde iken; ve bu kâinâtın ve zîhayatın en mühim yükseği ve ehemmiyetli mahlûku olan insan, saadet-i hayat cihetinde yirmi derece serçe kuşundan aşağı düşüp en bedbaht ve en zelîl bir bîçâre olacak. Hem en kıymetdar bir ni‘met olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle, kalb-i insanı mütemâdiyen incitip bir lezzete dokuz elem karıştırdığından, en musibetli bir belâ olur. Bu ise, yüz derece bâtıldır.

Aksi halde önemli cihazlarla donatılmış olan hayat hakikati şuur sahipleri için özellikle insan için anlamını, ehemmiyetini, değerini kaybedecek. Örneğin; insan hayatı, donanım ve potansiyel olarak hayvanlardan çok çok üstün iken dünyadan lezzet alma hususunda bir serçe kuşu kadar istifadesi olamamaktadır. Sahip olduğu akıl sebebiyle geçmişin sıkıntılarını ve geleceğin endişelerini düşünmekle hazır bir lezzet alsa dokuz acı ile o lezzeti de kaybeder. Sadece dünya için verilmiş olan bir hayatın neticesi böyle musibetli ve belalı bir vaziyettir. Koca kâinatın umumen hizmet ettirildiği hayat hakikati dünya hayatı ile sınırlı olsa madem ki bu neticeyi verir. Bu ise her yeri kuşatmış olan hikmete zıttır.

Demek hayat-ı dünyeviye, âhirete îmân rüknünü kat‘î isbat ediyor.

Öyleyse dünya hayatından başka daimi bir hayat olması muhakkatır. Orası da ahiret hayatıdır.

3- MELEKLERE İMAN

Madem bu kâinâtta en mühim netice hayattır ve en ziyâde intişâr eden ve kıymetdarlığı için nüshaları teksîr edilen ve zemin misâfirhânesini gelip geçen kāfileleriyle şenlendiren zîhayatlardır.

Yukarıda da ifade etmiştik ki kâinatın en önemli neticesi hayattır. Yeryüzünü devamlı bir surette şenlendiren hayat sahibi varlıklardır.

Ve madem küre-i arz bu kadar zîhayatın envâıyla dolmuş ve mütemâdiyen zîhayatların envâ‘larını tecdîd ve teksîr etmek hikmetiyle her vakit dolar boşanır ve en hasîs ve çürümüş maddelerinde dahi, kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahşer-i huveynât oluyor.

Dünya ise yer, gök, deniz ve altları adetâ her tarafı canlılarla dolu olup ölenlerin yerine ise devamlı surette yeni canlılarla şenlendirilmektedir. Öyle ki en aşağı, en kokuşmuş yerlerde dahi oraya münasip canlıların olduğunu görmekteyiz.

Ve madem hayatın süzülmüş en sâfî hulâsası olan şuûr ve akıl; ve en latîf ve sâbit cevheri olan ruh, bu küre-i arzda gāyet kesretli bir sûrette halk olunuyorlar. Âdetâ küre-i arz, hayat ve akıl ve şuûr ve ervâh ile ihyâ olup, öyle şenlendirilmiş.

Hayatın en sâf neticesi şuur, en hoş ve nazik ve değişmeyen özü ruhtur. Dünyamızın her tarafı akıl, şuur, hayat ve ruh sahibi varlıklarla leb a leb doldurulmuş.

Elbette küre-i arzdan daha latîf, daha nûrânî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecrâm-ı semâviye; ölü, câmid, hayatsız, şuûrsuz kalması imkân hâricindedir.

Dünyamız küçüklüğüyle beraber şeffafiyetten ve nurdan yoksun iken böyle hayat, şuur ve ruh sahibi varlıklarla dolu ise dünyamızdan daha büyük, daha nurlu olan azametli yıldızların ve yıldız kümelerinin boş olması, hayat ve şuur sahibi varlıklarla şenlendirilmemesi mümkün değildir.

Demek gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek; ve hayatdâr vaz‘iyetini verecek ve netice-i hilkat-i semâvâtı gösterecek ve hitâbât-ı sübhâniyeye mazhar olacak olan zîşuûr, zîhayat ve semâvâta münâsib sekeneler, herhalde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki onlar da melâikelerdir.

Bu yıldızları, güneşleri, galaksileri şenlendirecek ve oraların yaratılış amacını yerine getirecek o yerlere uygun yaratılmış hayat ve şuur sahipleri vardır ki Kur’an-ı Azimü’ş-Şan bu mahlukların melekler olduklarını bizlere bildirmektedir.

4- PEYGAMBERLERE VE KİTAPLARA İMAN

Madem hayat-ı sermediye, resûllerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. Evet, eğer o kitaplar ve peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliye bilinmez. 

Yukarıda ispatı yapılmış olan ahiret hayatının varlığını, dünyada olan bizlerin bilebilmesi için ebedi hayatı bize bildirecek ve tanıtacak peygamberlerin ve kitapların gelmesi gerekir. Aksi halde varlığı muhakkak olan ahiret hayatının bilinmesi mümkün olmayacaktır.

Nasıl ki bir adamın söylemesiyle, diri ve hayatdâr olduğu anlaşılır. Öyle de bu kâinâtın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitâb eden bir zâtın kelimâtını, hitâbâtını gösterecek, peygamberler ve ellerinde nâzil olan kitaplardır.

Bir kimsenin hayat sahibi olduğuna en açık delil onun konuşmasıdır. Hayat sahibi olan muhakkak konuşur. Bebeklerin dünyaya gelir gelmez ağlamaya başlaması bu hakikate bir misaldir. Yukarıda da ispat edildiği üzere Hayy olan bir zatın varlığını hayat hakikati gösterir. O halde o zatın konuşmasını bize bildiren ve vahye mazhar olan peygamberlerin olması ve o peygamberlerin ellerinde de o zatın kelamı olan kitapların olması gerekir.

5- KADERE İMAN

Nasılki âlem-i şehâdet ve mevcûd hâzır eşyâ, intizâmlarıyla ve neticeleriyle hayatdârlıkları görünüyor.

Şu görünen âlemdeki hayat sahibi varlıkların hayatları, arka planda hâkim olan bir intizam ve gözetilen bir gayenin varlığını bize göstermektedir. Bir ağacın hem çekirdeğinde hem meyvelerinde o ağacın umum neticesi bir çeşit program olarak vardır. O programın ilim düzeyinde de olsa bir varlık olduğunu gösterir.

Öyle de, âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkātın dahi, ma‘nen hayatdâr bir vücûd-u ma‘nevîleri ve ruhlu birer sübût-u ilmîleri vardır ki, levh-i kazâ ve kader vâsıtasıyla o ma‘nevî hayatın eseri, mukadderât nâmıyla görünür, tezâhür eder.

O halde geçmiş ve gelecekteki varlıkların hayatları ilmi cihetiyle de vardır. Kâinatı kuşatan nizam ile bu anlaşılmaktadır. Aksi halde geçmiş ve gelecek arasındaki bütüncül birliktelik yerine karışıklık ve kaos hâkim olurdu. Mahlukatın gayb âleminde ilmî olarak var olması, silsile halinde tüm tavırlarının, hallerinin, durumlarının yazılı olduğu kader levhalarının varlığını bize gösterir. Orada ilmen var olan hadiseler şehadet âlemine girdikçe ortaya çıkmaktadır.


Yorum Yap

Yorumlar