Soru

Sebeplere Riayetten Sonra Neticeyi Allah'tan Beklemek (Tevekkül)

Fatiha suresinde "yalnız senden yardım isteriz" âyetini nasıl anlayacağız? Başka birinden su istesem yanlış mı olur?

Tarih: 8.03.2025 14:37:35

Cevap

Cenâb-ı Hak, Fâtiha suresi 5. âyet-i kerimede şöyle buyuruyor: "(Rabbimiz!) Ancak sana ibâdet ederiz ve ancak senden yardım dileriz."

Her şeyin sahibi, mâliki ve yaratıcısı Allah’tır. Öyleyse vazifemiz üzerimize düşeni yapmaktır. Yani işlerimizin ön hazırlıklarını yapmak, sebeplerini yerine getirmeye çalışmak, gayret etmek bizim vazifemizdir. Neticeyi Allah’a havale etmek, sonucu ondan beklemek ise tevekküldür. Kendi üzerine düşen işi yapan yani yaratılış kanunlarına, âlemdeki prensiplere, kâinattaki düzene uygun hareket eden, işini doğru ve düzgün yapan, işinin sonucunu Allah’a havale ederken tembellik etmeyen bir kul hem dünyada hem de ahirette mesut ve bahtiyar olur.

Tevekkül, sebepleri bütün bütün reddetmek değildir. Belki sebepleri, Allah'ın kudretinin bir perdesi bilip o sebepleri yerine getirmektir. Sebeplere teşebbüs etmek fiilî duadır. Sonuçları yalnız Cenâb-ı Hak’tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnetdâr olmak gerekmektedir. 

Hal ve fiil dili ile yapılan dua kişinin kendisine düşen vazifeyi yaparak çalışması ve tedbir almasıdır. Sonucu sebeplerden değil, Allah’tan beklemesidir. Meselâ çiftçinin tarlayı sürmesi fiilî bir duadır. Tarlayı süren çiftçi, Allah’ın rahmet hazinelerinin kapısını çalmış olur. İhtiyacı olan buğdayı bu yolla Allah’tan ister.

Hem mesela; derslerinde başarılı olmak isteyen bir öğrenci yıl boyunca ödevlerini yapar, derslerine özenle çalışır.  O öğrenci ders çalışmasıyla manen der: “Ya Rabbi! Ben derslerime çalışıyorum. Sen de bana başarı ihsan eyle.” Cenâb-ı Hak da onun bu samimane yaptığı duasını kabul eder ve ona başarı ihsan eder. Bu fiilî dua Allah’ın hikmeti gereği büyük çoğunlukla makbuldür.

Demek burada asıl olan nimetin gerçek sahibinin Allah olduğunu bilmektir. Gerektiğinde vesilelere müracaat etmekte bir sakınca yoktur. Şifayı verenin Allah olduğunu bildiğimiz halde doktora gidip ilaç kullanmak gibi. Yahut rızkı verenin Allah olduğunu bildiğimiz halde bir işle meşgul olup helal rızık için çalıştığımız gibi. Veyahut gökten rahmet olarak yağmuru indirenin Allah olduğunu bildiğimiz halde (Allah'ın yarattığı) suyu içmek için birisinden istemek gibi. 

وَلَا تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّٰهِ عَلَيْهِ  âyetinin sarih (açık) manasından başka işârî bir manası şudur ki: “Hakiki nimet veren Allah'ı hâtıra getirmeyen ve onun nâmıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz” demektir. O halde hem veren “Bismillâh” demeli, hem alan “Bismillâh” demeli.

Eğer veren “Bismillâh” demiyorsa, fakat sen de almaya muhtaç isen, sen “Bismillâh” de, verenin başının üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani nimetten in‘âma bak, in‘âmdan Mün‘im-i Hakîkî’yi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vâsıtaya istersen duâ et. Çünkü o ni‘met, onun eliyle sana gönderildi.[1]

Sonuç olarak, imtihan sırrınca bu dünyada işler sebepler tahtında yürüyor. Rabbimiz sebep ve sonucu birlikte takdir ve tayin ediyor. Öyleyse kim işinin gereklerini yerine getirip tevekkül ve dua ile Rabbine iltica ederse Allah onu muvaffak ediyor.

Demek Allah’a tevekkül etmek, fiilî dua ile paralellik arz etmektedir. Yani elimizden geleni yapıp sonucu Allah’ın rahmetinden ve kudretinden beklemeliyiz. Rabbimiz bizleri tevekkül ve dua ile iki cihan saadetini kazanan kulları arasına dâhil eylesin. Âmin.


[1] Bediüzzaman Said Nursî, Lem'alar, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2013, s. 140.


Yorum Yap

Yorumlar