Soru

Eşref Edip'in Bediüzzaman Hazretleri İle Yaptığı Meşhur Mülâkat

Üstadımız ile mülakat yapan Eşref Edip hakkında bilgi verebilir misiniz? Kendisinin mülâkatta Üstadımızın sözlerini çarpıttığı veya ümitsizlik vb kelimeleri mülakata eklediği söyleniyor. Ne dersiniz? Genel bir açıklama ve Eşref Edip mülâkatının sorularını ve cevaplarını yayınlayabilir misiniz?

Tarih: 9.12.2023 20:57:17
Okunma: 1534

Cevap

Eşref Edip Fergan, 1948-1966 seneleri arasında Sebîlürreşâd dergisi vasıtasıyla âdeta bir Risale-i Nur talebesi gibi Nur hizmeti lehinde çok büyük hizmetler etmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin muhabbet ve teveccühünü kazanmış değerli bir şahsiyettir. O zamanki şahitlerin ifadelerine göre pek çok insanın, Eşref Edip'in Sebîlürreşâd dergisi vasıtasıyla Risale-i Nur'dan haber olup istifade ettiklerini biliyoruz. Elbette o günün zor şartlarında Eşref edip'in, Risale-i Nur ve Bediüzzaman Hazretlerinin lehinde "yazı diliyle" olan bu hizmeti, takdire şayandır. 

Eşref Edip'in Bediüzzaman Hazretleri ile olan meşhur mülâkatında herhangi bir çarpıtmanın olması imkânsızdır. Zira Hz. Üstad, bu mülâkattan ve neticesinden haberdardır. Şunu kesin bir şekilde ifade etmek gerekir ki, Hz. Üstad, kendisine ait olmayan bir ifadeyi onaylamaz, kabul etmez ve mutlaka itiraz ederdi. Yani bu yayınlanan metni Bediüzzaman Hazretlerinin okumaması mümkün değildir. Kaldı ki bu mülâkat, Emirdağ Lahikası içine de alınarak Risale-i Nur'a dahil edilmiştir. 

Genelde şöyle bir itiraz gelebiliyor: "Bu mülâkattaki ifadeler, Risale-i Nur'un genel üslûbuna uymuyor, tarzında":

Eğer bu şekilde bakılacak olursa, örneğin 1948'de 14. Şua'da Hz. Üstad; "Yaşamaktan usandım!" diyor. Risale-i Nur'un genel üslûp ve ifadesine bakıldığında, Hz. Üstad'ın bu tarz ifadeleri pek kullanmadığı görünüyor. Dolayısıyla bu ifadeler, o dönemki zulmün büyüklüğünü gösteriyor, diyebiliriz. 

Mülâkata velev ki Eşref Edip kendi ifadelerini eklemiş, karıştırmış olsa da bu metinde hem Bediüzzaman Hazretlerinin, hem Hüsrev Efendinin haberleri ve onayları olması bizim için çok önemlidir. Mesela Hz. Üstad'ın bir avukatı 1,5-2 sayfa kadar bir metin hazırlayıp mahkemeye sunuyor. Bediüzzaman Hazretlerinin çok hoşuna gidiyor. Hz. Üstad bu metni, kendi imzası ile Şualar-2 eserine koyuyor. 

Bu noktadan bazı ifadelerin hatta cümlelerin Eşref Edip'e ait olması, bizim için sakıncalı değildir. Hz. Üstad'ın görüşüne, ifadelerine, Risale-i Nur'un esaslarına zıt olmadığından ki, Bediüzzaman Hazretleri bu metni onaylayıp lahikalara koymuştur. 

Gözden kaçırılmaması gereken bir husus da şudur ki, nihayetinde bu bir mülâkat ve söyleşidir. Eşref Edip bu konuşmaları kendi dergisinin üslûbuna, yöntemine, okuyucu kitlesine göre düzenlemiş olabilir. Hz. Üstad'ın tasvip edip onaylaması bizim için yeterlidir. Aksi halde Hz. Üstad,  tasvip etmediği şeyleri -velev ki bir nokta olsun- kesinlikle kabul etmiyor. Bunun çok örnekleri vardır. Mesela Fuad Efendi Hz. Üstad'dan Fuadiye isimli eserini Mesnevi-i Nuriye'nin son kısmına koyması için ricacı oluyor. Bediüzzaman Hazretleri gerek Risale-i Nur'un üslûbu ile örtüşmemesi gerekse tashih için vakti olmamasından bu ricayı kabul etmiyor. O kardeşinin isteğini geri çeviriyor.

Netice olarak; bu mülâkatta farklı eklemeler olmuşsa bile makbuldür. Çünkü Hz. Üstad, bu metinde Risale-i Nur'un ruhuna, kendi bakış açısına ve düşüncelerine zıt bir ifade(ler) olsaydı mutlaka müdahale eder, yayınlanmasına müsaade etmezdi. Kaldı ki bu mülâkat senelerdir medreselerde Nur Talebeleri tarafından sıklıkla okunmakta hatta ezber edilmektedir.

 

İlgili mülâkat şöyledir:

"İstanbul seyahatinden muztarip olup olmadığını sordum:

“Bana ızdırab veren” dedi. “Yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz, çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selamette olsa!”

– Yüzbinlerce imanlı talebeleriniz size âtî için ümit ve teselli vermiyor mu?

– Evet, büsbütün ümitsiz değilim. Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taûn felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.

Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut  anlamak  istemiyorlar. Beni, sko­lâs­tik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin mes’eleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler te’lif eyledim. Fakat ben, öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün cemiyet yoktur.

Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, imanımı kurtarmağa koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler!

Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harblerde, bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.

Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle meneder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zâlim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. -Nitekim öyle oldu- Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.

İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selameti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin -adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade- imanını kurtarmağa vesile oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamdolsun.

Sonra, ben cemiyetin iman selameti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu. Cemiyetin, yalnız yirmi milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur."

 

Eşref Edip'in şahsi hayatı için lütfen bakınız;

https://islamansiklopedisi.org.tr/esref-edip-fergan  


Yorum Yap

Yorumlar