Deizmin asıl sorunu olan ''Allah saat gibi kainatı kurdu, sonra kendi haline bıraktı'' görüşüne cevap verir misiniz?
Deizm felsefesinin en temel iddialarından birisi de Allah’ın kâinatı yaratıp tabiat kanunları ile kendi kendine işleyen mekanik bir düzen kurduğu ve bir daha da ne kâinata ne de insana müdahale etmediğidir. İddia bu merkezde olunca hâliyle tabiat kanunlarına yaratıcılık isnat edilmektedir. Kâinattaki mevcut düzen ve intizam tabiat kanunlarına havale edilmektedir. İnsan da tabiatın merhametsiz kanunları altında başıboş ve gayesiz bir varlık olmaktadır.
Akıl, mantık ve hakikatten tamamen uzak olan bu iddia, hiçbir delile dayanmamaktadır. Bu felsefe, kâinattaki muhteşem düzen ve sanatı görüp Allah’ın varlığını mecburen tasdik etmek zorunda kalan günahlara tiryaki olan nefislerin, son dayanağı ve sığınağıdır. Dünyevî haram lezzetlere müptelâ ve günahlara tiryaki olan nefislerin, kendilerini rahatlatmak ve teselli bulmak için “Allah vardır ama bana ve hayatıma müdahale edemez” demesinden ibarettir.
Her şeyden önce, bu iddia sahiplerine şu soruyu sormak lâzım: “Niçin Allahu Teâlâ kâinatı yaratıp düzenini kurduktan sonra bir daha kâinata karışmasın? Niçin kâinatın sevk ve idaresini, mekanik bir sistem içinde tabiat kanunlarının merhametsiz, akılsız, sağır, kör, şuursuz ellerine havale etsin? Niçin böyle bir şeyi irade etsin?”
Hâlbuki fen bilimlerinin de tasdikiyle kâinatın her yerinde ve her noktasında ilâhî iradenin, muradın, kastın ve ihtiyarın cilveleri ve parıltıları görünmektedir. Her insanın yüzünde aynı organlar olduğu halde her insanın simasının birbirinden farklı olması, her bir kar tanesinin kristal yapısının birbirinden farklı olması, her bir hücre ve atomun birbirinden farklı olması gibi sayısız örnekler gösteriyor ki şu kâinatta yarattığı bir şeyi, hiçbir şeye benzetmemeye çalışan bir irade hükmetmektedir. Kâinatı, yarattığı ve yaptığı her şeyi, her şeyden farklı kılan bir ihtiyar ve kasıt sahibi zat idare etmektedir. Çünkü bir şeyi kendinden önceki her şeyden farklı yapabilmek, onların hepsini bilmekle ve irade etmekle olur.
Meselâ ana rahminde embriyo aşamasında iken şekilsiz ve her şekle girmesi mümkün olan hücre topluluğu, nihayetsiz ihtimaller içinde bir anda insan bedeni olacak şekilde şekillenmeye başlar. Dışarıdan gelip bünyeye dâhil olan bütün atomlar, bundan sonra insan bedenini oluşturacak şekilde birbirleriyle bağlanırlar. Bu misali diğer bütün canlılar için de kıyas edelim. Akılları hayretler içinde bırakan durum, nihayetsiz kudret sahibi bir zatın irade ve kastını güneş gibi göstermektedir.
Deistlerin iddia ettikleri gibi kâinatın düzeni, mekanik bir sistem içinde tabiat kanunlarının etkisiyle kendi kendine olsaydı her bir şeyde görünen, her şeyden farklı ve kendine mahsus özellikler, güzellikler ve sanatlar vücuda gelmezdi. Fabrikasyon ürünlerin birbirinin aynı olması gibi ve matbaa baskısı basmakalıp çıktılar gibi eşyadaki şu eşsiz ve emsalsiz çeşitlilik ve farklılık ortaya çıkmazdı.
Bütün eserler, nimetler ve sanatlar birer neticedirler. Bu neticeler isabetli, yerinde ve miktarında fiiller olmadan olamazlar. Bu fiiller de hayat, ilim, irade ve kudret gibi sıfatlara sahip bir fâil olmadan olamazlar. Demek ki neticedeki sanatı, güzelliği ve nakşı görüp, bu sanat, güzellik ve nakşı, akılsız, şuursuz, kör ve sağır sebeplere ve tabiat kanunlarına dayandıranlar, ne kadar akıldan ve şuurdan uzak düştüklerini anlamalıdırlar.
Risale-i Nur’da Bediüzzaman Hazretleri, bu temelsiz iddiaları paramparça edecek ve dirilemeyecek bir şekilde öldürecek çok kuvvetli aklî ve mantıkî deliller ortaya koymaktadır. Şöyle ki:
Tabiat Kanunları Yaratıcı Değildir
Kâinatın şu muhteşem ve mükemmel nizamında, Deistlerce etkili olduğu düşünülen tabiat kanunlarının ne olduğunu anlamak için Tabiat Risalesinde geçen şu misale bakalım:
Cahil bir şahıs büyük bir askerî kışlaya gider. Bakar ve görür ki bir komutanın emriyle yüzlerce askerler gayet nizamî bir şekilde toplu hareket ediyorlar. Bir komutanın bir emriyle yürüdüklerini, bir emirle oturduklarını, bir emirle ellerine silahlarını aldıklarını, bir emirle ateş ettiklerini müşahede eder. Devlet ve ordu nizamından gelen kanunların verdiği yetki ile o komutanın askerlere emirler verdiğini ve askerlerin de tam bir itaatle o komutana itaat ettiklerini ve bunun sonucunda askerlerin nizamî hareketlerinin ortaya çıktığını anlayamayan cahil ve kaba aklıyla şöyle düşünür: “Askerleri birbirine bağlayan ve gözle görülmeyen ama acayip maddî ipler var. O ipler sebebiyle askerler nizamî bir şekilde toplu hareket ediyorlar. O ipler ne kadar mükemmel ipler olsa gerek.”
İşte aynen bu misalde olduğu gibi fen bilimlerinin keşfettiği bütün kanunlar, Cenab-ı Hakk’ın irade sıfatından gelen kanunlardır. Yani Rabbimiz, eşya arasında mükemmel bir intizam kurmak için bazı kurallar ve kanunlar koymak irade etmiştir. Bu kanunları da kudretiyle eşyada tatbik etmektedir. Bu kanunların, ilâhî kudret tarafından yaratılmış vücutları yoktur. Bu kanunlar, irade sıfatından gelen ve kudret tarafından tatbik edilen ilmî düsturlardır. Bunlara ‘kavânîn-i âdetullah’ veya ‘şeriat-i fıtriye’ denilir.
Meselâ, suya bırakılan bir cismin özgül ağırlığı, suyun özgül ağırlığından azsa, o cisim suda batmaz. O cismi, suda batırmayıp suyun yüzeyinde tutan ve adına ‘suyun kaldırma kuvveti’ denilen bir kuvveti ve bu kuvvetin belli kurallar çerçevesinde etkisini görürüz. Burada ‘suyun kaldırma kuvveti’ denerek suya dayandırılan kuvvet, ilâhî kudretin tecellisinden başka bir şey değildir. Bu kuvvetin tecellisinde formüle edilebilen kurallar ise ilâhî iradeden gelen kanunlardır. Bu kanunlar, ilmî düsturlar olup maddî vücutları yoktur.
‘Anayasa’ da buna güzel bir misaldir. Anayasa, isminden de anlaşılacağı gibi etkili ve yetkili kişilerin irade (isteme) sıfatlarıyla koydukları kurallardır. İlmî düsturlardır. Anayasa (kanunlar), bir devleti idare edemez. Devletin idaresi, anayasayı uygulayacak bir güçle, bir icra organı ile yani hükümetle ancak mümkündür.
Hadd-i zatında bütün kurallar, kaideler ve kanunlar da böyledir. Küçük bir işyerinin işleyişinde riayet edilen kurallar ve kaideler de işyeri sahibi tarafından koyulmuştur ve bir güçle de uygulanmaktadır.
Demek ki ‘tabiat kanunları’ diyerek yanlış olarak isimlendirilen, eşyanın vücudunda ve intizamında tesirli olduğu zannedilen kanunlar, hakikatte ilâhî iradeden gelen ilmî kurallardan ve kaidelerden ibarettir. Bu ilmî kural ve kaideleri tatbik edip uygulayan da ilâhî kudrettir. Bu kanunlar, tesir gücüne sahip müstakil birer güç değil; maddî vücutları olmayan ve ilâhî iradeden gelen ilmî düsturlardır. Yaratıcı olamazlar.