Mesnevi-i Nuriye 224. Sayfada geçen şu cümleyi izah eder misiniz? "Cenâb-ı Hakk’ın “A‘lem, Ekber, Erham, Ahsen” gibi esmâ ve sıfât ve ef‘âlinde kullanılan ism-i tafdîl, tevhîde naks değildir."
Sorunuzu cevaplamadan önce ilgili birkaç kavramdan bahsetmemiz, cevabın iyi anlaşılmasına hizmet edecektir.
Sıfat: Sözlükte “bir varlığın nitelik, hal ve özelliklerini belirtmek” anlamında masdar ve “bir varlığın tanınmasını sağlayan hal ve nitelik” mânasında isim olan sıfat kelimesi [1] , terim olarak “Allah’ın insanlarca bilinmesini sağlayan nitelik” veya “Allah’ın zâtına nisbet edilen mâna ve mefhum” diye tanımlanır.
İsm-i fail: İsm-i fâil, kısaca fiilden türeyip, işi yapanı gösteren kelimelere denilmektedir. İsm-i fâil, cümlede isim olarak kullanıldığı gibi, sıfat olarak da kullanılır. Sıfat işlevi gördüğünde genellikle Türkçedeki sıfat fiille paralellik gösterir. İsm-i fâil, Arapçada sıfat fiil olarak kullanıldığı zaman, Türkçeden farklı olarak bizzat kendisi fiil gibi öğe alabilir. [2]
İsm-i tafdil: Ortak bir sıfatta, iki şeyi veya iki kimseyi karşılaştırmak ya da birinin diğerlerinden ortak bir sıfatta daha üstün olduğunu göstermek için fiilden türetilmiş isimlerdir. Türkçede, “Daha büyük, en büyük; daha güzel, en güzel” şeklinde anlatılan ifadelerin karşılığıdır.
''Tafdil kelimesi lügatte üstün kılmak, önünde tutmak anlamlarına gelir. Arap dilinde sarf ilmi içersinde yer alan İsm-i tafdil, fiillerden türetilen kalıplardan biridir. Türkçede büyültme ismi olarak bilinir. Mutlak veya mukayeseli üstünlük ifade eder. Bu kalıp sayesinde, ortak özelliğe sahip iki varlık arasında karşılaştırma yapılarak aralarındaki ortak özelliğin birinde diğerine göre daha fazla bulunduğu veya birinin diğerine göre daha üstün olduğu ortaya konulur.'' [3]
Bu yaptığımız kelime bilgilendirmelerinden sonra sorunuza gelecek olursak;
Mertebe kavramı, insan zihnindeki kavrayış aşamalarından ibarettir. Yani bir başka deyişle insanın zihnindeki kurgu ve aşamalardır. İşte insan bazen o mertebelerin en altlarını düşünüp oralarda dolaşırken, daha yüksek ve daha kamil mertebelere ulaşamayabilir. Âyet de bu idrak mertebelere çıkmayı emrediyor.
Cenâb-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarının sonsuz ve sınırsız tasavvurları ve mertebeleri mevcuttur. Yaratılmış tüm âlemlerde olabilecek ve düşünülebilecek mertebeler içinde Cenâb-ı Hakk en yüksek derecede ve mükemmelliktedir.
Allah’ın isim ve sıfatlarındaki tüm mertebeler itibari ve farazidir. Yani kıyasla anlaşılabilecek mertebelerdir. Mesela gündüz tüm açıklığıyla bir aydınlık mertebesine sahipken, karanlık gibi itibari ve farazi bir çizgi onu çok mertebelere böldü ve derecelendirdi. Veya yaz ve kış, iyi ve kötü, sıcak ve soğuk hep zıddıyla derecelenen kavramlardır.
İnsanın gözlemleyebildiği tüm kâinat böyle iken, insan Allah'ın mutlak kemali ve ezeli sıfatlarını idrak etmek ve anlamak için itibari ve farazi hatlara ve mertebelere muhtaçtır. Bunun için Allah insanın mahiyetine farazi ve itibari hatlar koymuştur. Ta ki; kıyas ile isim ve sıfatların manası anlaşılsın. Bu kıyasları yaparken de mertebe ve dereceler ortaya çıkıyor.
İşte Allah daha güzeldir, daha şefkatlidir, daha rahmetlidir, daha büyüktür derken, Cenab-ı Hak şu anladığımız ve kıyasladığımız bütün mertebe ve derecelerin fevkindedir, denilmek isteniyor.
Allah en güzel yaratandır derken hâşâ başka yaratanlarda vardır, ama Allah onların içinde en güzel yaratandır demek değildir. İnsanların anladığı yaratma kavramının nihayetsiz üstünde bir yaratmaya sahip demektir. Ve Rabbimiz bizim de öyle anlamamızı istiyor. Cenab-ı Hakk ile aynı vasıflara sahip başka bir varlığın bırakın var olmasını, düşünülemez bile.
Bu izahattan sonra sorunuzun geçtiği ilgili bölümün Risâle-i Nur'daki tam metnini aşağıya alıuyoruz:
''İ‘lem eyyühe’l-azîz! Cenâb-ı Hakk’ın “A‘lem, Ekber, Erham, Ahsen” gibi esmâ ve sıfât ve ef‘âlinde kullanılan ism-i tafdîl, tevhîde naks değildir. Çünki maksad, bizzât ve hakîkî bir mevsûfu, gayr-i hakîkî veya aklî bir imkânla veya vehmî bir mevsûfa tafdîl etmektir.
Ve kezâ, izzet-i İlâhiyeye de münâfî değildir. Çünki maksad, sıfât ve ef‘âl-i İlâhiye ile mahlûkātın sıfât ve ef‘âli arasında bir muvâzene yapmak değildir. Yani ikisini bir seviyede tuttuktan sonra, bunu ona tafdîl etmek değildir ki, sıfât-ı İlâhiyeye bir naks olsun. Evet, masnûâttaki kemâlât, Cenâb-ı Hakk’ın kemâlinden in‘ikâs eden bir gölge olduğuna nazaran, masnûât, sıfât-ı İlâhiye ile muvâzene hakkına mâlik değildirler.'' [4]
[1] Kāmus Tercümesi, III, 759-760
[2] KSÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi 10 (2007) s. 55 - 90
[3] İbn Hişâm, ts.a.:270; Ermiş ve Özcan, 2016:166
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Altınbaşak Neşriyat, Istanbul 2012, sayfa 224