Evet, “cehalet mazereti” tevhid alanında da hüküm verirken dikkate alınır. Bir söz anlam itibarıyla küfür olabilir, ama sözü kullanan kişiye “kâfirdir” demek için yeterli değildir. Şartlar ve manilere bakılır. O konuda ilmin tebliğ edilmesi, niyet, irade, te’vil, şüphe, cebir, hata gibi hususlar araştırılmadan hüküm vermek doğru olmaz. Bu ayırım, birçok Ehl-i Sünnet âliminde esastır. İmam Gazzâlî, Nevevî, İbn Âbidîn gibi isimler muayyen tekfirde ihtiyatı vurgular.
Kur’an-ı Kerim'de;
“… Biz bir resul göndermedikçe azap da etmeyiz.”[1]
“Kalbi îmân ile mutmain olduğu hâlde (inkâra) zorlanan kimse müstesnâ…”[2]
gibi ayetler insanların durumlarının onlar hakkındaki hükümlerde göz önüne alındığına işaret eder.
Hadis-i Şerifte sevinçten dili sürçüp “Allahı'm! Sen benim kulumsun; ben de senin Rabbinim, diyen kimsenin sevinci...”[3] diyen adamın sözü lafzen küfürdür; hata/sürçme sebebiyle tekfir edilmemiştir. Yani kısacası sadece söze bakarak tekfir etmek doğru değildir.
Tatarlar yeni Müslüman iken ateşe tapmaları örneği gibi çok hadiseler mevcuttur. Tarih boyunca yeni Müslüman olan topluluklarda eski dinî/örfî pratiklerin bir süre alışkanlık veya yanlış anlamayla sürdüğü vakidir. Âlimler bu durumda evvela öğretmeyi, “şirk/küfür içerikli pratikten vazgeçirmeyi” öncelemiş, delil açıklandıktan sonra ısrar varsa hüküm vermişlerdir.
Nusayriyye (Alevî/Arab Alevî), Hz. Ali’ye ulûhiyet nisbeti vb. aşırı inançlar sebebiyle “mezheben İslâm dışı” kabul edilmiştir. Ancak burada da durum aynıdır: Bu inançlar küfürdür. Tek tek bireyler hakkında hüküm vermeye gelince, hüccetin açıklanması ve manilerin kaldırılması olmadan kâfir denilmez. Yani aynı usûl burada da geçerlidir. Bu tür hükümlerin kişiler üzerinde verilmesi, şahsî değil, ehil ilimin işidir.
Kelime-i Şehadet Müslümanlığa giriş kapısıdır; fakat bilgi zamana yayılarak tamamlanır. Kişi bilmediği için eski âdeti sürdürebilir; öğretilince bırakır. Cehalet mazereti bir süre için mâni sayılabilir.
Allah’tan başka ilahın mümkün olduğunu kabul etmek küfürdür; muayyen kişi hakkında hüküm ise hüccet ve şart/mani araştırılmadan verilmez. Bu, tevhidin sınırlarını esnetmek değil, hüküm verirken usûle uymaktır. Nusayrîler gibi itikaden İslâm dışı görülen mezhepler için mutlak hüküm ayrıdır; bireyler hakkında ise ayrıdır.
Konu zor ama ölçüler netleşince daha iyi anlaşılacaktır. Özetle; “küfür hükmü” ile “kişiyi tekfir” farklı şeylerdir. Bir söz/inanç tür olarak küfür olabilir; fakat muayyen bir kişiye (adı-soyadı belli birine) “kâfir” demek için şartların bulunması ve mani’lerin kalkması gerekir. Bu ayrım, hem asr-ı saâdetten hem de fıkıh usulünden gelen köklü bir ilkedir. Asrı saadetten bir örnekle konuyu tamamlayalım.
Ebû Vâkıd el-Leysî (ra) şöyle anlatmaktadır: "Rasûlullah ile birlikte Huneyn Savaşı'na çıktık. Biz küfrü terk edeli fazla olmamış kimselerdik. Müşriklerin üzerine silahlarını asarak yanında ibadet ettikleri bir sedir ağaçları vardı. Bu ağaca "Zâtu Envât" (Askı ağacı) denirdi. Bir sedir ağacının yanından geçerken: "Ey Allah'ın Resulü! Onlardaki "Zâtu Envât" (Askı ağacı) gibi bizim için de bir Zâtu Envât tayin etsen!" dedik. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurdu: "Allahu Ekber! İşte yine aynı yol. Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki, siz aynı İsrailoğullarının Musa'ya (as): "Ey Musa! Onların ilahları olduğu gibi, sen de bizim için bir ilah yap! dediler. Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz, dedi."[4] (onlar gibi dediniz.) Hiç şüphe yok ki sizden önce yaşamış olan toplumların âdetlerine sarılmaya çalışacaksınız.» [5] dedi. Fakat peygamber efendimiz (sav) onlara “siz dinden çıktınız.” demedi.
[1] İsrâ, 17/15
[2] Nahl, 16/106
[3] Müslim, Tevbe 7. Ayrıca bk.Tirmizî, Kıyâmet 49, Daavât 99; İbni Mâce, Zühd 30
[4] A'râf, 7/138
[5] [Ahmed (5/218), Tirmizi (2181), İbn Hıbbân (6702), Ebu Ya'la (1441), Taberânî, el-Kebîr'de (3/244), Tayâlisi (1346), el-Humeydi (848)]