Soru

Cadde-i Kübra-yı Kuraniye

İhlas risalesinde geçen, "Cadde-i Kübra-yı Kur'aniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var." Burada evvela, mesleğimizin Cadde-i Kübra-yı Kuraniye olduğunu nasıl anlarız? Ve bu meslekten ayrılanlar bilmeyerek dinsizlik kuvvetine nasıl yardım ederler?

Tarih: 25.06.2009 00:00:00
Okunma: 6203

Cevap


Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’un yolunun Kur’an’ın en büyük caddesi olduğundan çok yerlerde bahseder. Bu ifadelerde birinci derecede kasdettiği şey, Risale-i Nur’un verdiği iman ve marifetullah (Allah’ı hakkıyla tanıma) dersidir. Bu derste Risale-i Nur’un yaptığı sadece bir tercümanlıktır. Anlatılan bütün marifet ve hakikatler doğrudan doğruya Kur’an’dan alınmıştır. Üstad Hazretleri Mektubat’ta bunu şöyle açıklar:

“İlm-i Kelâm (iman hakikatlerini aklî delillerle ispat eden Kelâm ilmi) vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye (Allah’ı tanıma), marifet-i kâmile (tam bir tanıma) ve huzur-u tam (hep Allah’ın huzurunda olma duygusu) vermiyor. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki; inşâallah Risale-i Nur'un bütün eczaları (parçaları), o Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın cadde-i nuranîsinde (nurlu yolunda) birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar. (Yani Risale-i Nur yeni bir marifet yolu açmıyor. Kur’an’ın açmış olduğu büyük caddeyi asrımız insanlarının anlayabileceği izahlarla aydınlatıyor.)

Hem (tasavvuf ehli)olan Muhyiddin-i Arabî'nin nazarına, (bir kelâm âlimi olan) Fahreddin-i Râzî'nin ilm-i Kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah (Allah’ı tanıma bilgisi) ne kadar noksan görülüyor; öyle de; tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur'an-ı Hakîm'den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet (peygambere ilim yoluyla mirasçı olmak) sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünki Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimî kazanmak için “La mevcude illa hû” (Allah’dan başka varlık yoktur) deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sairleri (diğer mutasavvıflar) ise, yine huzur-u daimîyi kazanmak için “La meşhude illa hû” (Allah’dan başka görünen yoktur) deyip, kâinatı nisyan-ı mutlak (tamamen unutmak) altına almak gibi acib bir tarza girmişler.

Kur'an-ı Hakîm'den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem (yokluğa mahkum) eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir'at-ı marifet (Allah’ı tanıtan birer ayna) olur. Sa'dî-i Şirazî'nin dediği gibi: …Herşeyde Cenab-ı Hakk'ın marifetine (Allah’ı bilmeye) bir pencere açar. (26. Mektub, 4. Mebhas, 2. Mesele)

Sözler’de ise, la mevcude illa hu (eşya yoktur) ve la meşhude illa hu (eşyayı unut) diyen tasavvuf yollarıyla Kur’an’ın eşyayı nasıl bir marifet vesilesi yaptığını şöyle izah eder:

“Hem, bu tarîk (Kur’anî yol) daha umumî ve cadde-i kübradır (en büyük yoldur). Çünki kâinatı ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için i'dama (yokluğa) mahkûm zannedip, "Lâ mevcude illâ Hû" hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üş şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül (hayal) edip, "Lâ meşhude illâ Hû" demeye mecbur olmuyor.

Belki i'damdan ve hapisten gayet zahir olarak Kur'an afvettiğinden, o da sarf-ı nazar edip (onlara bakarak) ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip (çalıştırıp), esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık (Allah’ın isimlerini gösteren birer ayna olmak) vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla (Allah namına) onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenab-ı Hakk'a bir yol bulmaktır.” (17. Söz’ün Zeyli hem 26. Söz’ün Zeyli)

Sualinizin ikinci kısmı ise; dinsizliğin böyle kuvvet bulduğu bir zamanda Cenab-ı Allah lütfundan ve kereminden o dinsizliğe galebe çalacak derecede kuvvetli bir iman ve marifetullah dersini Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur’larla ihsan eylemiştir. Yani Kur’an’ın cadde-i kübrasından yürümemize yardım edecek elektrik lambaları dediği Risale-i Nur’lar ile önümüze Kur’anî bir marifet yolu açılmış durumdadır.

Elbette Nur Talebelerinin vazifeleri o yolu güçlendirmeye çalışmaktır. Bir kimse ihlası kırarak o yoldan ayrılsa, onun bu hareketi dinsizliğe yardım hükmüne geçer. Mesela halat çekme yarışı yapan iki grub içinden birinin ayrılmasının karşı tarafa yardım etmiş hükmünde olduğu gibi…

Ayrıca Üstad Hz. bu kimselerin farkında olmadan dinsizler tarafından kullanılma ihtimali olduğundan da bahseder. Yani o ayrılan kişinin yanına, kendi adamları vasıtasıyla sokularak bilgi almaya çalışırlar. Değişik planlarına alet etmeye çalışabilirler demektir. Böyle ayrılan adamların halini Üstad Mektubatta şöyle tasvir eder:

“O bîçareler, "Kalbimiz Üstad ile beraberdir" fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Hâlbuki ehl-i ilhadın (dinsizlerin) cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte (casuslukta) istimal edilmek (kullanılmak) tehlikesi bulunan bir adamın, "Kalbim safidir. Üstadımın mesleğine sadıktır." demesi, bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor; hades vuku buluyor (abdest bozuluyor). Ona "Namazın bozuldu" denildiği vakit, o diyor: "Neden namazım bozulsun, kalbim safidir.” (29. Mektubun 6. Kısmı, Haşiye)


Etiketler

Alâkalı Sorular

Yorum Yap

Yorumlar