Soru

Bir Ân-ı Vücud Nazar-ı Rabbaniye Mazhariyet / 4. Şua

4. Şua'nın Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiyede geçen ''Bilhassa Kur’ân’a mensubiyeti ve kabûl-ü Nebevî ve inşâallâh marzî-i İlâhî cihetiyle bir ân-ı vücûdu ve nazar-ı Rabbânîye mazhariyeti, umum ehl-i dünyânın takdîrinden daha ziyâde kıymetdar bildim.'' Bu cümledeki "ân-ı vücûdu" ifadesinden ne anlamamız gerekiyor? Bu cümleyi Risale-i Nur penceresinden izah eder misiniz? 

Tarih: 20.10.2024 15:17:47

Cevap

Vücûd, “varlık” ve ân, “zamânın bölünemeyecek kadar kısa parçası” anlamındadır. Ân-ı vücûd ise Farsça bir tamlama olup vücudun ânı; yani varlığın olabilecek en kısa vakti demektir.

İnsânın en kıymetli sermâyesi ömrüdür. Ve bu ömrün her dilimi dahi ziyâde kıymetlidir. Fahreddîn Râzî (ra) Asr süresinin tefsirinde özetle “Ömrünü boş şekilde harcasan fakat sonra tövbe etsen, ömrünün son ânında Cenneti kazanırsın.” demektedir.[1]

Bediüzzaman Hazretleri (كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ) âyetini[2] tefsir ettiği 4. Hatve’de ve Barla’da iken bir doktora yazdığı, varlığın kıymet kazanmasını anlattığı mektubunda şöyle der:

Şu (geçici) hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise, hayat-ı bakiyeye (ebedî hayata) çekirdek ve mebde’ (başlangıç) ve menşe’ (kaynak) olması cihetindedir.[3]

“Her şey nefsinde (özünde) ma‘nâ-yı ismiyle (kendine bakan yönü ile) fânidir (geçicidir), ma’dumdur (yoktur.) Fakat ma‘nâ-yı harfiyle (Allah’a bakan yönü ile) mevcûddur (vardır.) Vücûdunda (varlığında) adem (yokluk), ademinde vücûdu vardır. (İnsan) enâniyeti (benliği) bırakıp, bizzât nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakîkî’nin (gerçek var edici Allah’ın) bir âyîne-i tecellisi (kudretinin göründüğü aynası) bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcûdâtı (varlıkları) ve nihâyetsiz bir vücûdu kazanır.”[4]

Hazreti Üstad; varlıkların Allah’a intisâb ile fenadan kurtulup bekâya mazhar olacağını 24. Mektup’ta daha kapsamlı olarak şöyle beyan etmektedir:

“Madem Cenâb-ı Hakk var, her şey var. Madem Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücûd’a (varlığı zorunlu olan Allah’a) intisâb (bağlantı, ait olma) var, Demek her bir şey, o intisâb noktasında hadsiz (sonsuz) envâr-ı vücuda (varlık nurlarına) mazhar olabilir. Firâklar (ayrılıklar), zevâller (bozulmalar), o noktada yoktur. Bir ân-ı seyyâle yaşamak, hadsiz envâr-ı vücûda medardır (sebeptir). Bir milyon sene intisâbsız vücûdda kalsa, evvelki noktasında intisâbındaki bir an yaşamak kadar olamaz. Onun için ehl-i hakîkat demişler ki: “Bir ân-ı seyyâle vücûd-u münevver, milyon sene bir vücûd-u ebtere müreccahtır.” Yani Vücûd-u Vâcib’e nisbet ile bir an vücûd, nisbetsiz milyon sene bir vücûda müreccahtır. Hem bu sır içindir ki, ehl-i tahkîk demişler: “Envâr-ı vücûd ise, Vâcibü’l-Vücûd’u tanımakladır.”[5]

Hadd-i zâtında sahip olduğumuz varlığımızın da bize emanet olduğunu Bediüzzaman Hazretleri şu enfes ifadeleriyle dile getirmiştir.

Vücûd zaten senin mülkün değildir. Onun mâliki (sahibi) ancak Mâlikü’l-Mülk’dür (bütün mülklerin sahibi olan Allah’tır). Ve senden daha ziyâde senin vücûduna şefkatlidir. Binâenaleyh Mâlik-i Hakîkî’nin dâire-i emrinden (râzı olduğu helâl daireden) hâriç o vücûda karıştığın zaman zarar vermiş olursun. Bu fânî dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise azîz olarak çıkmaya çalış. Vücûdunu (varlığını) Mûcidine (seni var eden Allah’a) fedâ et. Mukābilinde büyük bir fiyat alacaksın. Çünki fedâ etmediğin takdîrde, ya bâd-ı hevâ (karşılıksız) zâil (yok) olur gider. ”[6]

Demek oluyor ki; varlık, Allah yolunda sarf edildiğinde değer ve kıymet kazanabilmekte, varlığın asıl kıymeti de velev bir ân bile olsa bu sarfa bağlı olmaktadır. Esasında bu mazhariyet te Allah’ın rızasını, iltifâtını, kabulünü göstermektedir. Bu mazhariyetin üstünlüğüne Bediüzzaman Hazretleri 29. Mektup’ta şöyle dikkat çekmiştir:

Rızâ-yı İlâhî ve iltifât-ı Rahmânî ve kabûl-ü Rabbânî öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü (yönelmesi) ve istihsânı (güzel görmesi), ona nisbeten bir zerre hükmündedir.”[7]

Dolayısıyla her ân bekâya yönelik maksad ile hareket edilmelidir. Çok mühim olan bu esas maksadın İhlas Risalesinin en birinci düstürunda altı çizilmiştir.

Amelinizde rızâ-yı İlâhî olmalı. Eğer o râzı olsa, bütün dünya küsse, ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse, te’sîri yok. O râzı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktizâ ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da râzı eder. Onun için bu hizmette doğrudan doğruya yalnız, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını esas maksad yapmak gerektir.”[8]

4. Şua’da geçen ilgili sorudaki bölümde ise, bir ân-ı vücuduna atıf yapılan varlık Risâle-i Nur’dur. Hazreti Üstad, Risale-i Nur’un bâki bir mu’cize olan Kur’ân-ı Kerîm’e tam bir âyine olmasını Eskişehir Hapishanesinde kaleme aldığı bir fıkrasında şöyle beyan eder;

“Risâle-i Nûr, şems-i Kur’âniyenin (Kur’ân güneşinin) ziyâsındaki elvân-ı seb‘ayı (yedi rengi) ve o güneşteki renk renk ve çeşit çeşit yedi nûru birden aynasında temessül ettirdiğinden (gösterdiğinden), ehl-i hakîkate (hakîkat ehline) bâkî bir rehber ve lâyemût (ölümsüz) bir mürşid olacak.”[9]

Üstad Hazretlerinin hayatımın neticesi ve saadetimin sebebi diyerek tavsif ettiği Risale-i Nur’un; Kur’ân’a bağlılığı, Sevgili Peygamberimizin (sav) kabûlü ve Allah’ın rızasına nâil olmak cihetiyle bir ân bile olsa var olması onun bakışıyla bütün dünyadakilerin takdîrinden daha ziyâde kıymetdârdır.


[1] Abdulfettah Ebu Gudde, İslam Alimlerinin Gözüyle Zamanın Kıymeti, Rağbet Yayınları, İstanbul 2011, s. 21.

[2] Kasas, 88'ten. "O’nun Zât’ından (ve rızâsına uygun olandan) başka herşey, helâk olucudur."

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 54.

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 54.

[5] Bediüzzaman Said Nursi, Tılsımlar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 71.

[6] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi Nuriye, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 113.

[7] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, c.2, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 297-298.

[8] Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 234.

[9] Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 304

 


Yorum Yap

Yorumlar