Bediüzzaman Hazretleri bu konu hakkında şöyle demektedir:
Cevab vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duâ için cevab vermek var. Fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlûbu vermek, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine tâbi‘dir. Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: “Yâ Hekim! Bana bak.” Hekim: “Lebbeyk” der. “Ne istersin?” cevab verir. Çocuk: “Şu ilacı ver bana” der. Hekim ise ya aynen istediğini verir, yahud onun maslahatına binâen ondan daha iyisini verir, yahud hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.
İşte Cenâb-ı Hakk, Hakîm-i Mutlak, hazır, nâzır olduğu için abdin duâsına cevab verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümü ile değil. Belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizâsıyla, ya matlûbunu veya daha evlâsını verir. Veya hiç vermez.1
Duaya her zaman cevap vardır; ancak her cevap, istenilen şeyin aynen verilmesi anlamına gelmez. Cenâb-ı Hak, duayı mutlaka işitir ve karşılık verir; fakat hikmeti gereği ya isteneni verir, ya daha hayırlısını ihsan eder, ya da zararlı gördüğünü hiç vermez. Nasıl ki bir hekimin, hastasına faydasına göre ilaç verip vermemesi hikmet gereğiyse; Allah da kullarının dualarına hikmetle muamele eder. Böylece kul, duasıyla yalnızlık ve çaresizlikten kurtulur, Rabbinin huzur ve teveccühünü hisseder; ancak bu cevap, nefsin arzu ve ısrarına göre değil, Allah'ın hikmetin gereğine göre tecellî eder.
Ayrıca duanın özü bir ibadettir; Allah'tan sadece bir şeyler istemek değildir. Bediüzzaman Hazretleri şöyle demektedir:
Hem duâ bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi‘ duâ ve ibâdetin vakitleridir. O maksadlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir. Yoksa o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz.2
Yani dua, temelde bir ibadet ve kulluğun ifadesidir; meyvesi ise ahirete aittir. Dünyaya ait istekler, duanın sebebi değil, sadece vaktidir. Mesela yağmur duası, yağmur istemek için değil, Allah’a yönelmek için yapılan bir ibadettir; yağmursuzluk sadece o ibadetin zamanını bildirir. Eğer dua, yalnızca dünyevî menfaat için yapılırsa, ihlâsı bozulur ve makbuliyetini kaybeder. Bediüzzaman Hazretleri yine başka yerde şöyle demektedir:
O makbûl duânın ya aynen dünyada eseri görünür. Veyahud duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbûl olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, “Duâ kabul olmadı” denilmez. Belki “Daha iyi bir sûrette kabul edilmiş” denilir.3
Meselâ, birisi kendine bir erkek evlâd ister. Cenâb-ı Hakk Hazret-i Meryem (ra) gibi bir kız evlâdını veriyor. “Duâsı kabul olunmadı” denilmez. “Daha evlâ bir sûrette kabul edildi” denilir. Hem bazen kendi dünyasının saadeti için duâ eder. Duâsı âhiret için kabul olunur. “Duâsı reddedildi” denilmez. Belki “Daha enfâ‘ bir sûrette kabul edildi” denilir ve hâkezâ.4
Bu metinlerden de anlaşılacağı üzere duanın kabulü mutlaka olur; bazen dünyada aynen gerçekleşir, bazen de ahiret için daha hayırlı bir şekilde karşılık bulur. Bu yüzden dua neticesi görünmese de reddedildi anlamına gelmez.
Mesela bir kimse erkek evlat ister, Allah ona Meryem (as) gibi hayırlı bir kız verir; bu, duanın reddi değil, daha güzel bir kabulüdür. Bazen de dünyevî saadet için yapılan dua, ahiret mutluluğu olarak kabul edilir. Yani her dua mutlaka karşılık bulur, ama insana en faydalı şekilde karşılık bulur. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
... Ve ben kullarıma aslâ zulmedici değilim!5
Yani Rabbimizin duamıza verdiği cevap bazen hoşumuza gitmese de bu hakkımızda en hayırlı olandır.
Akla şöyle bir sual gelebilir: Çok dua ediyoruz ama başımızdaki musibetler gitmiyor, sebebi nedir? Bu soruya Bediüzzaman Hazretleri şöyle cevap vermektedir:
Eğer duâ çok edildiği halde beliyyeler def‘ olunmazsa, denilmeyecek ki: “Duâ kabul olmadı.” Belki denilecek ki: “Duânın vakti kazâ olmadı.” Eğer Cenâb-ı Hakk fazl ve keremiyle belâyı ref‘ etse, nûrun alâ nûr. O vakit, duâ vakti biter, kazâ olur. Demek duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisan livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile ona ilticâetmeli. Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri ona bırakmalı. Hikmetine i‘timâd etmeli. Rahmetini ithâm etmemeli.6
Dua çok edilmesine rağmen bela hemen kalkmazsa, “Dua kabul olmadı” denmez; çünkü duanın kabul vakti henüz gelmemiş olabilir. Eğer Allah lütfuyla belayı kaldırırsa bu, duanın hemen kazâ bulduğu anlamına gelir. Yani Allah duâyı kabul etti, istediğin şey yerine geldi, artık o dua tamamlandı.
Asıl olan, duanın bir kulluk sırrı olduğudur. Kişi duayı, sadece Allah için ve ihlâsla yapmalı; kendi aczini gösterip O’na sığınmalı, O’nun işine karışmamalıdır. Yani dua eden, sonucu Allah’a bırakmalı, O’nun hikmetine güvenmeli ve rahmetinden şüphe etmemelidir.
Bu bağlamda dua eden hiçbir zaman zarar etmez. Nitekim dua ile insan hem ibadet, hem kulluk bilinci kazanır hem de ahirette karşılık bulur.
Sonuç olarak, dua, yalnızca bir istek değil, kulluğun özüdür. Her dua mutlaka Cenâb-ı Hak tarafından işitilir ve hikmetine göre karşılık bulur. Bazen aynen istenen verilir, bazen daha hayırlısı ihsan edilir, bazen de ahirete sevap olarak yazılır. Bela hemen kalkmasa bile dua reddedilmiş sayılmaz; çünkü zamanı henüz gelmemiş olabilir. Esas olan, duayı hâlis bir ibadet niyetiyle yapmak, sonucu Allah’ın hikmetine bırakmaktır. Böylece kul hem huzur bulur hem de duasının mükâfatını dünyada veya ahirette mutlaka görür.
Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2013, s. 108-109.
Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2013, s. 123.
Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2013, s. 123.
Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2013, s. 131.
Kaf 50 / 29.
Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2013, s. 109.

