Rabbimiz Kur'ân-ı Kerim'de kâfirler istemese bile nurunu tamamlayacağını vadediyor. Risale-i Nurlar'da ise Üstadımızın 'beşerin başına acele bir kıyamet kopmazsa' ifadelerine rastlıyoruz. Rabbimizin Kur'ân'da kesin olarak geçen vaadini ve Üstadımızın bu ifadelerini nasıl değerlendirmeliyiz? Bu konuya doğru bakış açısı nasıl olmalıdır?
Kur’ân-ı Kerim tüm asırlara hitap eden hükmü kıyamete kadar devam eden bir kitaptır. Her asırda yaşayan insanlar ayetleri kendi seviyelerine göre anlayıp yorumlamışlardır. Bu zamana kadar birçok tefsir yazılmasının sırrı da budur. Kur’ân-ı Kerim’in bu özelliğinden dolayı âyetlere mana verirken “kastedilen mana sadece budur” demek yanlış olur. İslâm âlimleri de bu hassasiyeti göz önünü alıp Kur’ân’a öyle bakmışlardır. Mesela İmam Maturudi bu âyeti şöyle tefsir etmiştir:
Allah nurunu muhakkak tamamlayacak. Bu İlâhî beyan çeşitli şekillerde açıklanabilir: Birincisi; delillerle ve belgelerle tamamlayacak. İkincisi; bu dinin mensuplarına yardım etmek ve onları galip getirmek suretiyle tamamlayacak. Üçüncüsü de; her yerde yayıp göstermek suretiyle tamamlayacaktır.
Şayet yardım ve galibiyet anlamını verecek olursak, tarihte bu durum gerçekleşmiştir. Öyle ki müşrikler korku içinde, Müslümanlar ise güven içinde olmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın, “Allah’ın vâdi gelinceye kadar yaptıklarından dolayı inkâr edenler, ya kendileri felâkete uğrayıp duracaklar veya felâket onların yurtlarının yakınına inecektir” meâlindeki âyete ve Hz. Peygamberden rivayet edilen hadise bakmaz mısın? “Bana iki aylık mesafeden düşmana korku salmakla yardım edildi”.
Şayet maksat Cenâb-ı Hakk’ın, nurunu deliller ve belgelerle tamamlayacağı düşünülürse bu da gerçekleşmiştir. Çünkü insanlar, onun gibi bir şeyi vücuda getirmeleri bir tarafa, ona benzer bir şey yapmaktan da âciz kalmıştır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, nurunu yardım ve galibiyetle olduğu gibi deliler ve belgelerle de tamamlamıştır.
Şayet maksat, İslâm’ın bütün dünyaya hâkim olması ise, bunun gerçekleşmesi de umulur. Rivayet edildiğine göre Hz. îsâ (s.a.) nüzûl edince, yeryüzünde İslâm’dan başka bir din kalmayacaktır‘ Sonra, Allah nurunu tamamlayacaktır meâlindeki beyan, sanki onda bir miktar bulanıklık vardı da Allah onu temizleyip parlattı anlamında değil, önce söylediğimiz mânadadır. Buna göre “Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim” mealindeki âyetin, daha önce eksikti de dinî hükümler koyarak onu kemâle erdirdi şeklinde anlaşılması gerekmez. Bunu ve yukarıda “Allah nurunu tamamlayacaktır” mealindeki âyeti açıklarken söylediğimiz şekilde, koyduğu hükümlerle dini galip kıldı, diye anlamak gerekir. En doğrusunu Allah bilir. [1]
Bediüzzaman Hazretleri âyet ve hadislerden aldığı istifadeyle “İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur'âniye ve imaniye olacak.” demiştir. Soruda ifade ettiğiniz “acele bir kıyamet kopmazsa” ifadesi, “gaybı Allah'tan başka kimse bilemez, normal şartlarda Allah bu dini hakim kılacaktır ancak yine de en doğrusunu Allah bilir” manasında bir ifadedir.
Bediüzzaman Hazretleri Âlem-i İslâm’ın en karanlık günlerinde bile “Allah’ın Rahmet’inden ümidinizi kesmeyin”[2] mealindeki âyete ittibaen ümmet-i Muhammed’e (asm) ümid dersleri vermiştir. 1911’de Şam Emeviye Camii’nde okuduğu hutbede İslâm Âlemi’nin geri kalmasının sebeplerinden birisinin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi olduğunu ifade etmişti. Yine aynı risalede “İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak. Öyle ise şimdiki kader-i ilâhi ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebilere müşevveş bir mazi düşmüş” diyerek istikbale yönelik müjdeler vermiştir. O’na göre her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı vardı ve İslâm Âlemi’nin gecesi de bir gün gelecek gündüze inkılâp edecekti.
Hüsrev Efendi de diğer Nur Talebeleri gibi Bediüzzaman Hazretleri’nin bu istikbal tasavvuruna aynen sahipti. Ne kadar şiddetli zulümler görseler de bu ümidlerini hiç kaybetmediler. Talebelerine Risale-i Nur’dan aldığı iman derslerini nakleden Hüsrev Efendi devamlı ümid dağıtmakta ve onlara şöyle müjdeler vermekteydi:
“Kardeşlerim! Müteessir olmayın! İslâmiyet yeryüzüne hâkim olacak. İslâmiyet dünyaya hâkim olmadıkça kıyamet kopmayacak! İslâmiyet son meyvesini verecek! Öyle bir İslâmiyet gelecek ki bütün dünya kıtalar halinde İslâmiyet’e dahil olacak. Öyle bolluk olacak ki, kimsenin geçim sıkıntısı olmayacak. Bir zengin zekâtını verecek fakir bulamadığı için parasını devlete verecek, dünyanın diğer bölgelerindeki insanlara gönderecek. İslâmiyet hâkim olduğu zaman Cenab-ı Hak yer altındaki ve yer üstündeki hazineleri o insanların emrine verecektir. Böyle bir gün gelecek, hiç merak etmeyin! İnsanların ümidini kestiği zamanda bunlar olacak.”
“Allahü Teâlâ Hazretleri, tek bir kişi de olsa, vaadini muhakkak yerine getirecektir” diyen Hüsrev Efendi, namazlarında Âlem-i İslâm’ın kurtuluşu için uzun uzun dualar ederdi. Zaman zaman bu dualarını talebeleri de duyarlardı. En ziyade şöyle dua ettiği işitilirdi: “Ya Rabbi! Ferec-i Muhammediye’yi (Muhammedî kurtuluşu) (asm) bize pahalıya satma! Ucuz ver! Lütfundan, kereminden ver!” derdi.
Bir talebesi şöyle anlatır:
“Bir gün Ahmed Hüsrev Üstad’ımız İslâmiyet’in hâkim-i mutlak ve muzaffer olacağına dair bizlere müjde ve tebşiratta bulunuyor idiler. Bu aciz kardeşiniz ihtiyarım haricinde sordum: ‘Üstad’ım! Eğer zahire bakar isek çok zor, acaba nasıl olacak?’ Mübarek Üstad’ımız izah buyurdular:
‘Bak kardeşim; düşün ki gözümüzün önünde gayet düz bir sahra var, o sahranın ortasında bir tek ağaç var, o ağacın dallarından birisine bir tüy veya bir kıl takılmış, rüzgar o kadar şiddetli esiyor ki o tüy kendi iradesiyle ‘Ben bu rüzgarın şiddetinden hiç kıpırdamadan duracağım!’ dese hükmü nedir, durabilir mi?’ Ben, ‘Hayır efendim duramaz!’ deyince Üstad’ımız; ‘Cenab-ı Hakk’ın irade-i külliyesi karşısında arz üzerinde dört milyardan fazla insanın irade-i cüz’iyelerinin o tüy parçası kadar dahi hükmü yoktur. Cenab-ı Hak isterse ve hikmeti iktiza ederse bir an Rahmet nazarı ile baksa o dört milyar insanın hepsi birer adüvv ü kâfir olsalar bile o Rahmet nazarıyla baktığı an o insanların hepsi imanın en kâmil derecesine çıkabilir.”[3]
Hüsrev Efendi, talebelerine istikbal ile ilgili ümit vermekle beraber, istikbaldeki güzel günlere liyakat kazanmak gerektiğini de devamlı ifade ediyordu. Bunun için bir an evvel kendilerini Risale-i Nur’dan yetiştirmeleri gerektiğini, çok çalışmanın elzem olduğunu, şimdi çalışmayanların istikbalde çok pişman olacaklarını haber veriyordu. Ona göre herkes kendi vazifesini yaparsa Cenab-ı Hak inayetini esirgemezdi. Hatta talebelerinin muhtelif zamanlardaki sorularına karşılık, çekilen sıkıntıları, maruz kalınan zulümleri göstererek adeta Peygamberimiz’in (asm) Mekke devrinin bir numunesinin yaşanmakta olduğunu söylemişti. Keza, bir sohbetinde de âhirzamanda gelecek olan şahsın vazifelerinden birinci vazifesi olan iman-ı tahkîkîyi tesis etmek vazifesinin halen devam etmekte olduğunu bildirmişti ki, bu vazife en meşakkatli, en uzun ve en zor olanıydı.
Risale-i Nur’dan alınan derslere binaen Nur Talebeleri biliyorlardı ki kavlî dua ile beraber fiilî dua da yapılmalıydı. İman ve Kur’ân davasına sahip çıkacak kuvvetli eller yetiştirilmeliydi ve halkın zaten cevherinde bulunan İslâm’ın hakikatleri, yeniden sarsılmaz bir şekilde ihyâ edilmeliydi. Hem kulun vazifesi ayrı, Allah’ın vazifesi ayrıydı ve Nur Talebeleri vazife-i ilâhiyeye karışmamaları gerektiğini gayet iyi biliyorlardı.[4]
[1] Tevılatu’l-Kur’an, Sh 139 Saf Suresi Tefsiri
[2]. Zümer Sûresi, 54. âyet.
[3] Hayrât Vakfı Arşivi
[4] Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru'l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak sh 1234