Mülk suresi 16. ayet, Zuhruf suresi 84. ayet, En'am suresi 3. ayet ve bazı hadisler hatta Selef imamlarının bazı görüşlerinden hareketle "Allah göktedir" diyen bazı hocalara rastlıyoruz. Allah'a bu şekilde yer, yön, şekil izafesi mümkün müdür? İzah edebilir misiniz?
Ehl-i sünnete göre Allah zamandan, mekândan, cisimden ve yaratılmışlara benzemekten münezzehtir. O'na ne bir mekan isnad edilebilir ne de O cisimlendirilebilir.
Allah’ın gökte olduğunu yahut yerde olduğunu ifade eden ayetler de maksad hem göklerde hem de yerde tek ilâhın olduğuna, her iki yerdeki mahlukatın ona ibadet ettiğine vurgu yapmaktır. “Allah’ın gökte” olduğu ifade edilen ayetler de ise Allah’ın göklerdeki hükümranlığına atıf yapılmıştır.
Genellikle bu tartışmalara sebep olan konular Allah’ın haberi sıfatları dediğimiz Cenâb-ı Hak için “Allah’ın arşa istivası (göğe oturması)”, "yüz" (vech), "göz" (ayn), "el" (yed), "parmak" (işba'), "ayak" (kadem, ricl) gibi ifadelerdir. Haberi sıfatların bir kısmı sadece Kur'ân'da, bir kısmı Kur'ân ve hadislerde müşterek olarak, bir kısmı da sadece hadislerde bulunmaktadır.
Âlimler arasında “Haberi sıfatlar, olduğu gibi bırakılmalı mı, yoksa bunlara uygun manalar verilmeli midir?” konusu tartışılmıştır. Bazıları, bunların olduğu gibi bırakılması (zahirî anlamda alınması), diğerleri ise bunlara uygun anlamlar verilmesi (te'vîl edilmesi) gerektiği görüşündeydiler. Bu yollardan birincisine "Tefvîz Yolu", ikincisine "Te'vîl Yolu" denilmiştir.[1]
İlk dönem uleması dediğimiz selef-i salihin ekseriyetle dönemin şartlarını da göz önünde bulundurarak Kur’ân ve hadis metinlerinde tevil yoluna gitmemişler, "bilâ keyf ve'l-ma'na/ mahiyet ve keyfiyeti bilinmeden” yorumsuz bırakmışlar, olduğu gibi kabul etmişlerdir. Selef, sayıları çok delâletleri açık olduğu için Allah'ı noksanlık ve teşbihten tenzih eden âyetlerle amel edip, Allah'ın yaratıklara benzemesinin mümkün olmadığına hükmetmişlerdir. Selefe göre, bu âyetlerin imtihan için indirilmiş olması da mümkündür. Bundan dolayı bu âyetlerde tevakkuf etmek (duraklamak) ve bunların Allah'ın sözleri olduğuna inanmak vaciptir.[2]
Malik b. Enes, kendisine Allah'ın arşa "istivâ"sından sorulunca, "İstivâ malum, keyfiyeti meçhuldür. Ona inanmak vaciptir. Ondan sormak bid'attir."[3] demiştir. Onun bu sözleri Selefin haberî sıfatlar konusundaki görüşü için bir kalıp halini almıştır. Ahmed b. Hanbel, Süfyân es-Sevrî, Davud b. Ali b. Isfehanî , İshak b. Râhûyenin de bu görüşte oldukları belirtilmektedir. [4]
İlerleyen dönemlerde yanlış düşüncelerin ortaya çıkması, kelam ilminin doğması ve tefsirde dirayet ekolünün (ayetlerin diğer akli, lugavî ve edebi ilimlerden istifade edilerek incelenmesi) başlamasıyla birlikte âlimler Allah’a nispet edilen “yüz, el, gelmek, oturmak” gibi ifadelerden Allah’ın münezzeh olduğunu bunların muhakkak yorumlanması gerektiğini ifade etmişlerdir. Sonraki dönem âlimleri, Selefin aksine haberi sıfatların te'vîl edilmesi yoluna gitmişlerdir. Onlara göre Kur'ân insanlara anlamaları için indirilmiştir. Kur'ân'da bulunan müteşâbihler de ancak te'vîl yolu ile anlaşılabilir. Bu yüzden de te'vîl yoluna gidilmesi zorunlu görülmüştür.[5] Onlara göre ”اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ اَمْ عَلٰى قُلُوبٍ اَقْفَالُهَا "Onlar Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpler üzerinde kilitleri mi var?"[6] ayetinde Cenâb-ı Hak insanlara, Kur'ân'ı düşünmelerini emretmiştir. Eğer o anlaşılayamayacak bir şey olsaydı, düşünülmesi emredilmezdi.
Diğer bir ayette de “اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَؕ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللّٰهِ لَوَجَدُوا فٖيهِ اخْتِلَافاً كَثٖيراً” "Hâlâ Kur'ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı."[7] buyurulmaktadır. Burada Kur’ân’da ihtilafın olmadığını anlamaları için insanlardan Kur’ân’ı düşünmeleri istenmektedir. Eğer o insanların anlamayacakları bir şey olsaydı bu doğru olmazdı.
O halde Allah'ın sıfatları meselesinde, özellikle haberî sıfatlar hususunda yapılacak en doğru iş, Kur'ân'ın bütünündeki ispat ve tenzih unsurlarını birlikte mütalaa ederek te'vile gitmek olmalıdır. Aksi takdirde teşbih ve tecsime düşme tehlikesi vardır.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine göre Allah’ın haberi sıfatlarının bu tarz anlatılmasının sebebi insanların Allah’ın bazı sıfatlarının hakikî manasını kavramaktan aciz olmalarıdır. Kur’ân böyle sıfatları mecazi ifadelerle, yani insanların alışmış olduğu, insanlarca malum olan ve bilinen lafızlarla zihinlere yaklaştırmak gayesiyle böyle anlatmıştır. Anlaşılacağı üzere Bediüzzaman Hazretlerinin bu konu hakkındaki görüşü tevil yapılması gerektiği yönündedir. [8]
İşte biz burada te'vil ehlinin, özellikle son dönem sünnî kelamcıların yaptıkları yorumlara örnek olması bakımından bu sıfatların bir kısmı üzerinde durmak istiyoruz;
Ayn: Göz manasını ifade eden "ayn” kelimesi "hirâset/koruma-gözetme" olarak yorumlamaktadır.[9] Çünkü korumak, bilme ve gözetmenin bir sonucudur. İnsan da esasen önem verdiği ve arzu duyduğu şeye yoğun olarak bakar ve onu korur.
Vech: Lügat itibariyle yüz organına isim olan bu lafzın söz konusu anlamda Allah'a isnâdı câiz değildir. Bu yüzdendir ki önde gelen bazı kelamcı müfessirler vech kelimesini "zât" olarak te'vil etmişlerdir. Razi’ye göre "insanın en fazla görünen organı yüzüdür ve insan, yüzü sayesinde tanınmaktadır. Ayrıca insanın akıl, idrâk düşünce ve hislerinin bulunduğu yer, başı ve bunların görüntü yerleri ise yüzüdür. Bu sebepledir ki vech ile zât kastedilmiştir.[10] Nitekim Türkçe'de de, "senin yüzünden bu işler başıma geldi" denir ve bu sözle insanın, yalnızca yüzü değil bütün varlığı kastedilir.[11]
Bedîüzzaman Hazretleri, “كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُؕ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ” yani “Her şey helâk olup gidicidir, ancak O’nun Vech’i müstesnâ”[12] âyetinde geçen “vech” sıfâtını Allah’ın Zâtı, Vücudu, Bekâ’sı, Sermediyeti ve Vahdâniyeti olarak tevil etmiştir.
Yed: Hem insanın bir uzvu olan el hem de nimet, kuvvet, mülk ve inâyet manalarma gelmektedir. Ancak son dönem Ehl-i sünnet kelâm âlimleri bu lafzı yerine göre "kudret" ve "nimet" olarak te'vil etmişlerdir.[13] Söz konusu anlayışa göre sözgelimi, ” يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْ “Allah'ın eli onların elinin üstündedir.”[14] âyeti, "Allah'ın kudreti onların kudretinin üstündedir" şeklinde bir mana ifade etmiş olur.
İstivâ: Sözlükte "karar kılmak, yükselmek, üstün olmak, denk olmak, dosdoğru varmak, doğrulmak, kastetmek, yönelmek ve istilâ etmek"[15] anlamını ifade etmektedir. Allah'a isnâdında "yönelmek, hükümrân olmak ve hükmetmek" gibi anlamlar ifade ederken, Allah'tan başka varlıklara isnâd edildiğinde ise, olgunlaşmak, gelişmek, yukarı doğru dikilmek, doğrulmak, oturmak”, yerleşmek ve binmek manalarını ifade etmektedir. Söz konusu fiilin Allah'a isnâdı daha ziyade “اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى ”Rahman Arş'a istiva etmiştir."[16] âyetinde tartışma konusu olmuştur. Ancak Ehl-i sünnet kelamcıları, "Arş'a istivâ" yı Allah'ın, “yarattığı bütün varlıklar üzerinde sonsuz bir saltanat ve hâkimiyetle işleri düzenleyip icrâ etmesi, hükmetmesi diye yorumlamışlardır.”[17]
Selef ve halefin sahih görüşleri dışında tarih içerisinde "Müşebbihe" ve "Mücessime" olarak adlandırılan iki fırkanın mensupları Allah’a nispet edilen bu haberleri insanın eli, gözü, parmağı gibi tasavvur etmişlerdir, ehl-i sünnete ihtilaf etmişlerdir. Dikkat edilmesi gereken konu şu ki; Selef âlimleri ile bunlar arasında bir benzerlik varmış gibi görünmektedir. Halbuki Selef-i Salihin bunları zâhirleri üzere bırakmış, tevile ve açıklamaya kalkışmamışlar, bu iki fırka gibi teşbih ve tecsime yani Allah'ı mahlûkatına benzetmeye ve cisim olarak görmeye de yeltenmemişlerdir. Selef-i Salihine göre, “Allah'ın eli vardır ama bizim ellerimiz gibi değildir. “Yüce Allah Kendisine "el, yüz, göz..." gibi özellikleri nisbet ettiğine göre bunlar öylece kabul edilmelidir. Bunların mahiyetini ve hakikatini ancak kendisi bilir."[18] demişlerdir.
Her ne kadar selef âlimleri yorum yapmama yolunu tercih etmişse de Ehl-i Sünnet ve’l Cemaatin ortak kanaati bu gibi ifadelerin mecazi olarak kullanıldığı üzerinedir.
[1] el-Beyâzî, Kemâlüddin, Îşârâtü'I-Merâm min İbârâti'l-İmâm, İst., 1949, 186-187
[2] Bkz. eş-Şehristânî, Abdulkerim, ei-Milel ve'n-Nihal, Beyrut, 1985, 92; es-Sâbûnî, Nureddin, el-Bidâye fî Usûü'd-Dîn, Terc. Bekir Topaloğlu, Ankara, 1979, s.25
[3] el-Gazâlî Ebû Hamid, el-İktisâd fi'l-İ'tikâd, Beyrut, 1983, s.38
[4] eş-Şehristânî, el-Milel, s.93
[5] er-Râzî, Esâsü't-Takdîs, 224.
[6] Muhammed, 47/24
[7] Nisâ, 4/82
[8] Said Nursi, İşârât’ül-İ’câz, Altınbaşak Yay., Isparta 2016, s.13
[9] Râzî, Mefâtîhu ’l-Gayb, XXII, s.53;
[10] Râzî, Esâsu't-takdîs, s. 155.;
[11] Muhsin Demirci, Kur’an’nın Ana Konuları, İfav Yay., İstanbul 2016, s.50
[12] Kasas Sûresi, 28/88
[13] Zerkeşî, Burhan, II, 85; Suyûtî, İtkân, II, 10.
[14] Fetih, 48/10.
[15] Bağdâdî, Usûlu’d-dîn, s. 112; İsfahânî, Müfredat, s. 251;
[16] Tahâ, 20/5.
[17] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, III, 2172.
[18] Ebu Hanife, Fıkh-ı Ekber, Terc. Hasan Basri Çantay, DİB Yay. Ankara, 1985, s. 8