"akıl ve nakil tearuz ettikleri(birbirine zıt oldukları) vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur." üstadın bu ifadelerini izah edermisiniz?
Nakil denilince, ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler anlaşılır. Tearuz; “karşılıklı muaraza etmek, birbirine ters düşmek, çelişmek” demektir.
Akıl, Allah’ın bir mahlûkudur, her mahluk gibi o da sınırlıdır, acizdir. Bu aciz ve sınırlı mahlûkun, bütün İlahi hükümlerde hakem kabul edilmesi, insanı sapık anlayışlara, yanlış görüşlere, bâtıl felsefelere götürür.
Akılla naklin tearuz etmesi halinde, nakli tevile yetkili olan akıl, söz konusu meselede mütehassıs olan, sözü ve reyi geçerli bir akıldır. Yani ümmetçe kabul edilen alimler veya asfiyalardır.
Konu âyet ise, tevile yetkili şahıs, sahasında söz sahibi bir tefsir âlimidir.
Âyet fıkhî bir hüküm ihtiva ediyorsa, söz hakkı, fıkıh âlimlerine, müçtehitlere ait olur. Bahse konu olan bir hadis-i şerif ise, bu defa vazife, hadis ilminin mütehassıslarına düşer. Yoksa, ilimden nasipsiz, sadece kendi hevesini ve nefsini ölçü tutan insanların aklı, bu konuda söz hakkına sahip olamaz.
Fetih Suresinin onuncu âyetinde, “Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir” buyrulur.
Akıl, bütün madde ve mânâ âlemlerinin yaratıcısı olan Allah’ın, el sahibi olmaktan münezzeh olduğuna hükmeder. Nakilde ise elden söz edilmektedir. İşte burada akıl ile nakil tearuz etmişlerdir. Bu durumda, akıl esas alınarak naklin tevili cihetine gidilecektir. Tefsir âlimleri bu gibi müteşabih âyetlerin tevili konusunda iki guruba ayrılmışlardır. Mütekaddimîn denilen önceki müfessirler, bu gibi âyetleri tevil etmemiş, “Bununla ne murat edildiğini en iyi bilen Allah’tır.” diyerek susmayı tercih etmişlerdir.
Müteahhirîn üleması ise, soruda geçen kaideden hareketle, bu gibi âyetlerin tevili yoluna gitmişler ve “el”den maksadın “kudret” olduğunu ifade etmişlerdir. Bu bir tevildir ve bu tevili yapmaya da tefsir âlimleri yetkilidir.
Bir başka misâl: “Onun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır.” (Bakara , 255)
Cenâb-ı Hakk hakında maddî bir kürsi ve taht düşünülemeyeceği için bu âyette geçen “kürsi” kelimesi, “Allah’ın saltanat ve kudreti”, “İlâhî azamet ve kibriyanın bir tasviri” olarak tevil edilmiştir. Aklın bu gibi meselelerde bir tevilde bulunması onun için ayrı bir şeref, ayrı bir ibadettir.
Hadislerde geçen Sevr(öküz) ve Hut(balık) meselesi akla zahiren zıt görünüyor. O zaman bu tevil edilmesi gerekiyor. Bediüzzaman hazretleri bu meseleyi şöyle izah etmiştir:
"Bu def‘aki suâlinizde diyorsunuz ki: “Hocalar diyorlar: ‘Arz, öküz ve balık üzerinde duruyor.’ Halbuki arz, muallakta bir yıldız gibi gezdiğini coğrafya görüyor. Ne öküz var, ne balık?”
Elcevab: İbn-i Abbâs(ra) gibi zâtlara isnâd edilen sahîh bir rivâyet var ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan sormuşlar: “Dünya ne üstündedir?” Ferman etmiş: عَلَي الثَّوْرِ وَالْحُوتِ Bir rivâyette bir def‘a,عَلَي الثَّوْرِ demiş; diğer def‘ada, عَلَي الْحُوتِ demiştir. Muhaddislerin bir kısmı, isrâîliyâttan alınma ve eskiden beri nakledilen hurâfevârî hikâyelere, bu hadîsi tatbîk etmişler. Hususan Benî-İsrâîl âlimlerinin müslüman olanlarından bir kısmı, kütüb-ü sâbıkada sevr ve hût hakkında gördükleri hikâyeleri, hadîse tatbîk edip, hadîsin ma‘nâsını acîb bir tarza çevirmişler. Şimdilik bu suâlinize dâir gāyetmücmel üç esas ve üç vecih söylenecek.
Birinci Esas: Benî-İsrâîl ulemâsının bir kısmı müslüman olduktan sonra, eski ma‘lûmâtları dahi onlarla beraber müslüman olmuş, İslâmiyete mal olmuş. Halbuki o eski ma‘lûmâtlarında yanlışlar var. O yanlışlar, elbette onlara âittir, İslâmiyet’e âit değildir.
İkinci Esas: Teşbîh ve temsîller, havâstan avâma geçtikçe, yani ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürûr-u zamanla hakîkat telakkî edilir. Meselâ, küçüklüğümde kamer tutuldu. Ben vâlideme dedim: “Neden ay böyle oldu?” Dedi: “Yılan yutmuş.” Dedim: “Daha görünüyor.” Dedi: “Yukarıda yılanlar cam gibi olup, içlerinde bulunan şeyi gösterirler.” Bu çocukluk hâtırasını çok zaman tahattur ediyordum. Ve der idim ki: “Bu kadar hakîkatsiz bir hurâfe, vâlidem gibi ciddî zâtların lisânında nasıl geziyor?” diye düşünürdüm. Tâ, felekiyât fennini mütâlaa ettiğim vakit gördüm ki, vâlidem gibi öyle diyenler, bir teşbîhi hakîkat telakkî etmişler. Çünki derecât-ı şemsiyenin medârı olan “mıntıkatü’l-bürûc” ta‘bîr ettikleri dâire-i azîme, menâzil-i kameriyenin medârı bulunan mâil-i kamer dâiresi, birbiri üstüne geçmekle, o iki dâire herbiri iki kavis şeklini vermiş; o iki kavise felekiyyûn ulemâsı, latîf bir teşbîh ile, büyük iki yılan nâmı olan “tinnîneyn” nâmını vermişler. İşte o iki dâirenin tekātu‘ noktasına, “baş” ma‘nâsına “re’s”, diğerine “kuyruk” ma‘nâsına “zeneb” demişler. Kamer re’se ve şems zenebe geldiği vakit, felekiyyûn ıstılâhınca, “haylûlet-i arz” vukū‘ bulur. Yani küre-i arz tam ikisinin ortasına düşer, o vakit kamer hasf olur. Sâbık teşbîh ile “Kamer, tinnîneynin ağzına girdi” denilir. İşte bu ulvî ve ilmî teşbîh, avâm lisânına girdikçe, mürûr-u zamanla, kameri yutacak koca bir yılan şeklini almış. İşte sevr ve hût nâmıyla iki büyük melek, bir teşbîh-i latîf-i kudsîyle ve ma‘nîdâr bir işaretle “sevr ve hût” nâmıyla tesmiye edilmişler. Kudsî ve ulvî lisân-ı Nübüvvetten umumun lisânlarına geçtikçe, o teşbîh, hakîkate inkılâb etmiş. Âdetâ gāyet büyük bir öküz ve dehşetli bir balık sûretini almışlar. Üçüncü Esas: Nasıl ki Kur’ân’ın müteşâbihâtı var. Gāyet derin mes’eleleri temsîlâtla ve teşbîhâtla avâma ders veriyor. Öyle de, hadîsin de müteşâbihâtı var; gāyet derin hakîkatleri, me’nûs teşbîhâtla ifade eder. Meselâ, bir iki risâlede beyân ettiğimiz gibi; bir vakit, huzûr-u Nebevîde gāyet derin bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, bu dakikada cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.” Birkaç dakika sonra birisi geldi, dedi: “Yetmiş yaşındaki meşhur münâfık öldü.” Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın gāyet belîğ temsîlinin hakîkatini i‘lân etti. Senin suâlin cevabına şimdilik üç vecih söylenecek.
Birincisi: Hamele-i arş ve semâvât denilen melâi-kenin birinin ismi “Nesr” diğerinin ismi “Sevr” olarak
dört melâikeyi, Cenâb-ı Hak, arş ve semâvâta, saltanat-ı rubûbiyetine nezâret etmek için ta‘yîn ettiği gibi, semâvâtın bir küçük kardeşi ve seyyârelerin bir arkadaşı olan küre-i arza dahi iki melek, nâzır ve hamele olarak ta‘yîn etmiştir. O meleklerin birisinin ismi “Sevr” ve birinin “Hût” tur. Ve Cenâb-ı Hakk’ın o nâmları vermesinin sırrı şudur ki, arz iki kısımdır: Biri su, biri topraktır. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren, insanların medâr-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır. Küre-i arza müekkel iki melek, hem kumandan, hem nâzır olduklarından, elbette balık tâifesine ve öküz nev‘ine bir cihet-i münâsebetleri bulunmak lâzımdır. Belki, وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ o iki meleğin âlem-i melekût ve âlem-i misâlde, sevr ve hût sûretinde temessülleri var. İşte bu münâsebete (Hâşiye) ve o nezârete işareten ve küre-i arzın o iki mühim nev‘ mahlûkātına îmâen, lisân-ı mu‘cizü’l-beyân-ı Nebevî, اَلْأَرْضُ عَلَي الثَّوْرِ وَالْحُوتِ demiştir. Gāyet derin ve geniş, bir sahîfe kadar mes’eleleri hâvî olan bir hakîkati, gāyet güzel ve kısacık bir tek cümle ile ifade etmiştir.
İkinci Vecih: Meselâ nasıl ki denilse: “Bu devlet ve saltanat hangi şey üstünde duruyor?” Cevabında:
عَلَي السَّيْفِ وَالْقَلَمِ denilir. Yani “Asker kılıncının şecâatine ve kuvvetine; ve me’mur kaleminin dirâyetine
ve adâletine istinâd eder.” Öyle de, küre-i arz, madem zîhayatın meskenidir ve zîhayatın kumandanları da insandır; ve insanın ehl-i sevâhil kısmının kısm-ı a‘zamının medâr-ı taayyüşleri, balıktır; ve sevâhil ehli olmayan kısmının medâr-ıtaayyüşleri, ziraatle öküzün omuzundadır ve mühim bir medâr-ı ticâreti de balıktır. Elbette devlet, seyf ve kalem üstünde durduğu gibi, küre-i arz da, öküz ve balık üstünde duruyor, denilebilir. Zîrâ ne vakit öküz çalışmazsa ve balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o vakit insan yaşayamaz, hayat sukūt eder, Hâlik-ı Hakîm de arzı harâb eder. İşte Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gāyet mu‘cizâne ve gāyet ulvî ve gāyet hikmetli bir cevab ile اَلْأَرْضُ عَلَي الثَّوْرِ وَالْحُوتِdemiş. Ve nev‘-i insanînin hayatı, ne kadar cins-i hayvânâtın hayatıyla alâkadâr olduğuna dâir geniş bir hakîkati, iki kelime ile ders vermiş.
_________________________________
Hâşiye: Evet küre-i arz, bahr-i muhît-i havaîde bir sefîne-i Rabbâniye ve nass-ı hadîs ile âhiretin bir mezraası, yani fidanlık tarlası olduğundan, bu câmid ve şuûrsuz büyük gemiyi, o denizde emr-i İlâhî ile, intizâm ile ve hikmetle yüzdüren ve kaptanlık eden melâikeye “hût” nâmı ve o tarlaya izn-i İlâhî ile nezâret eden melâikeye de “sevr” ismi, ne kadar yakıştığı zâhirdir.
Üçüncü Vecih: Eski kozmoğrafya nazarında güneş gezer. Güneşin her otuz derecesini, bir burç ta‘bîr etmişler. O burçlardaki yıldızların aralarında birbirine rabtedecek farazî hatlar çekilse, bir tek vaz‘iyet hâsıl olduğu vakit, bazı esed yani arslan sûretini, bazı terâzi ma‘nâsına olarak mîzân sûretini, bazı öküz ma‘nâsına sevr sûretini, bazı balık ma‘nâsına hût sûretini göstermişler. O münâsebete binâen o burçlara, o isimler verilmiş. Şu asrın kozmoğrafyası nazarında ise, güneş gezmiyor. O burçlar, boş ve muattal ve işsiz kalmışlar. Güneşin bedeline, küre-i arzgeziyor. Öyle ise, o boş ve işsiz burçlar ve yukarıdaki muattal dâireler yerine, arzınmedâr-ı senevîsinde küçük mikyâsta o dâireleri teşkîl etmek gerektir. Şu halde bürûc-u semâviye, arzın medâr-ı senevîsinde temessül edecek. O halde küre-i arz, herbir ayda bürûc-u semâviyenin birinin gölgesinde ve misâlindedir. Güya arzınmedâr-ı senevîsi bir ayna hükmünde olarak, semâvî burçlar, onda temessül ediyor.
İşte bu vecihle, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sâbıkan zikrettiğimiz gibi bir def‘a عَلَي الثَّوْرِ , bir def‘a da, عَلَي الْحُوتِ demiş. Evet mu‘cizü’l-beyân olan lisân-ı nübüvvete yakışır bir tarzda, gāyet derin; ve çok asırlar sonra anlaşılacak bir hakîkate işareten bir def‘a عَلَي الثَّوْرِ demiş. Çünki küre-i arz, o suâlin zamanında sevr burcunun misâlinde imiş. Bir ay sonra yine sorulmuş, عَلَي الْحُوتِdemiş. Çünki o vakit küre-i arz, hût burcunun gölgesinde imiş. İşte istikbâlde anlaşılacak bu ulvî hakîkate işareten ve küre-i arzın vazîfesindeki hareketine ve seyahatine îmâen ve semâvî burçlar, güneş i‘tibâriyle muattal ve misafirsiz olduklarına ve hakîkî işleyen burçlar ise, arzın medâr-ı senevîsinde bulunduğuna ve o burçlarda vazîfe gören ve seyahat eden, küre-i arz olduğuna remzen, عَلَي الثَّوْرِ وَالْحُوتِ demiştir. وَاللّٰهُ اَعْلَمُبِالصَّوَابِ Bazı kütüb-ü İslâmiyede, sevr ve hûta dâir acîb ve hâric-i akıl hikâyeler, ya isrâîliyâttır veya temsîlâttır veya bazı muhaddislerin te’vîlâtıdır ki, bazı dikkatsizler tarafından hadîs zannedilerek Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a isnâd edilmiş. رَبَّنَا لَاتُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا سُبْحَانَكَ لَاعِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَالْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ