Soru

İnsanın Şükür Fabrikası ve Müteharrik Bir Kalem Olması / 2. Lema

2. Lem'a'nın Hâtime kısmında geçen insanın "şükür fabrikası" olmasını ve "binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem" olmasını nasıl anlamalıyız? İzah edebilir misiniz?

Tarih: 2.01.2025 12:52:23

Cevap

2. Lem'a'nın Hâtimesini buraya aynen alıyoruz:

Hâtime: Cenâb-ı Hak, hadsiz kudretini ve nihâyetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz ve nihâyetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukūş-u esmâsını göstermek için, insanı öyle bir sûrette halketmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış. Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Her birinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazîfesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Âdetâ insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-yı İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi tecellî ediyor. Ve insanda o esmânın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat, âfiyet ve lezâiz gibi nâfi‘ emirler, nasıl şükrü dedirtir ve o makineyi çok cihetlerle vazîfelerine sevkeder ve insan da bir şükür fabrikası gibi olur, öyle de musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sâir müheyyic ve muharrik ârızalarla o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyîc eder. Mâhiyet-i insaniyede münderic olan acz ve za‘f ve fakr ma‘denini işlettirir. Bir lisân ile değil, belki herbir a‘zânın lisânıyla bir ilticâ, bir istimdâd vaz‘iyetini verir. Güya insan, o ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur. Sahîfe-i hayatında veyahud levh-i misâlîde mukadderât-ı hayatını yazar, esmâ-yı İlâhiyeye bir i‘lânnâme yapar ve bir kasîde-i manzûme-i Sübhâniye hükmüne geçip, vazîfe-i fıtratını îfâ eder.

İNSANIN BİR ŞÜKÜR FABRİKASI OLMASI

"İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi, Hâlik-ı Kâinât’ı tanımak ve ona îmân edip ibâdet etmektir. Ve insanın vazîfe-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, ma‘rifetullâh ve îmân-ı billâhtır."[1] Evet, insan Allah'a iman ve ibadet etmek için yaratılmıştır. Allah'ın verdiği sayısız nimetlere karşı şükretmek, bir ibadettir.

"Hizmetini ve ubûdiyetini, geçen ni‘metlerin şükrü ve vazîfe-i fıtratı ve farîza-i hilkati ve netice-i san‘atı bil, ucub ve riyâdan kurtul!"[2] Demek, Allah'ın emri doğrultusunda yapmış olduğumuz her türlü hayır, hasenat, ibadet ve taat, geçmiş nimetlere bir şükürdür.

İnsan, maddî ve mânevî her bir uzvunu, her bir duygusunu, her bir kabiliyetini Allah’ın emrettiği şekilde ve Allah'ın emrettiği yerlere sarf etse bir çeşit hamd ve şükrü yerine getirmiş olur. Ve o insan kâmil bir îmana ulaşıp en büyük bir insanlık olan Müslümanlığı hakkıyla yaşasa, insanın cevherinde emanet bırakılan o örneklerin her birisi, kendilerine mahsus âlemlere birer pencere olur. İnsan o pencerelerden, o âlemlere bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezâhür eden isme bir âyine olur. O vakit insan ruhuyla, cismiyle âlem-i şehâdet ve âlem-i gayba bir hulâsa olur ve o insan gerçek bir insan mertebesine çıkar, hakikî bir insan olur. Hakikî bir insanın yapması gereken şükrü, hamdi yapar ve neticede, son nefesine kadar bir şükür fabrikası gibi çalışır.

Daha geniş malumat için lütfen bakınız;

https://irfanmektebi.com/icerik/insan-bir-sukur-fabrikasidir-2

İNSANIN MÜTEHARRİK BİR KALEM OLMASI

Bediüzzaman Hazretleri "müteharrik bir kalem" benzetmesini başka bir yerde şu şekilde yapıyor:

"Hareket ve tebeddül vücûddur, hayırdır. Hayat harekâtla kemâlâtını bulur. Beliyyât (belalar) vâsıtasıyla terakkî eder. Hayat cilve-i esmâ ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffî eder. Kuvvet bulur. İnkişâf eder. İnbisât eder. Kendi mukadderâtını yazmasına müteharrik bir kalem olur. Vazîfesini îfâ eder. Ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkāk eder."[3] 

"Musibetler ve hastalıklarda insanların şekvaya üç cihet ile hakları yoktur.

Birinci Vecih: Cenâb-ı Hak, insana giydirdiği vücûd libâsını san‘atına mazhar etmiştir. Yani, insanı bir model yapmıştır. O vücûd libâsını o model üstünde keser, biçer, tebdîl eder, tağyîr eder; muhtelif esmâsının cilvesini gösterir. Şâfî ismi, hastalığı istediği gibi, Rezzâk ismi de açlığı iktizâ ediyor. (…)

İkinci Vecih: Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffî eder, kemâl bulur, kuvvet bulur, terakkî eder, netice verir, tekemmül eder, vazîfe-i hayatiyeyi yapar. (…)

Üçüncü Vecih: Şu dâr-ı dünyâ, meydân-ı imtihândır ve dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve mükâfât yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubûdiyettir; hastalıklar ve musibetler, dînî olmamak ve sabretmek şartıyla, o hizmete ve o ubûdiyete çok muvâfık olur ve kuvvet verir. Ve her bir saati, bir gün ibâdet hükmüne getirdiğinden şekvâ değil, şükretmek gerektir."[4]

Dünyadaki imtihanın gayesi hayırdır. İnsan omuzundaki yüklere ve karşılaştığı sıkıntıların görünüşüne bakıp sabırsızlık göstererek ah, vah dememeli; şer gibi gözüken hadiselerin manasına, hikmetlerine bakıp Elhamdülillah demelidir. Eğer manası kötü olsaydı, Allah en sevdiği kullarına bu sıkıntıları vermezdi. Zira musibetlere ve zorluklara en fazla maruz kalanlar, insanların en iyileri ve en kâmilleridir. Başta sabır kahramanı Hz. Eyüp (as) olmak üzere bütün peygamberler sonra evliyalar ve salih insanlar çektikleri hastalıklara, sıkıntılara birer hâlis ibadet gözüyle bakmışlar ve Allah’ın birer hediyesi olarak kabul etmişlerdir. Çünkü bu dünya ücret yeri değil, hizmet yeridir. Musibet ve hastalıklar günahların affına vesile olduğu gibi çokça sevap kazanmaya da vesiledir. Hem her vakit Allah’ı hatırlamaya, aczimizi, fakrımızı ve zaafımızı anlamaya hizmet etmektedir. Demek hastalıklar, bela ve musibetler ömür sermayesini büyük kârlarla meyvedâr ediyor.[5]

Rabbimiz her şeyi hayır murad ederek yaratır. Şer gibi gözüken hadiselerin peşine bizim bildiğimiz/bil(e)mediğimiz öyle hayırlar takar ki zararı hiçe indirir. Yani musibet gelir keffaret’üz-zünub olur, günahları siler süpürür yahut manevi terakkiye vesile olur. Aynı musibet içinde zâlimler cezasını görürken, masumların zâyi olan malları sadaka hükmüne geçer, bu sayede fâni malları beka bulmuş olur; şayet vefat etmişse şehadet mertebesine yükselir. Demek her şeyde olduğu gibi Âdil ve Rahîm olan Rabbimiz âfet, bela ve musibetlerde de adalet ve rahmetiyle muamele etmektedir.

Hâsılı, hastalıklar, bela ve musibetler insanı tek düze, monoton bir hayattan kurtarıp harekete geçiriyor. Bu hareket sayesinde insan -bir çeşit ibadet olarak- musibete sabrettiği ölçüde büyük kâr ve kazanç elde ediyor. Acz, fakr, zaaf gibi noksanlıkları vesilesiyle her şeye Kâdir ve nihayetsiz merhamet sahibi Rabbimizin kudret ve rahmetine iltica ediyor. Bu durumda bütün ihtiyaçlarını karşılayacak bir rahmet kapısını bulur ve bütün düşmanlarından onu koruyacak bir Kadîr-i Mutlak'a sırtını dayamış olur. Nihayetinde sabreden, şükreden ve ibadet eden insan bütün a'zasıyla adetâ ayrı ayrı binler kalemi içeren hareketli bir kalem gibi dünyevî ve uhrevî istikbali adına çok büyük kazançları kalemle yazmış ve hasenât defterine kayıt etmiş gibi olur. Yani -kısaca- insan, kaleme benzetilmiştir.


[1] Bediüzzaman Said Nursi, Şua'lar, Hayrat Neşriyat, İstanbul 2021, s. 95.

[2] Bediüzzaman Said Nursi, Tılsımlar, Hayrat Neşriyat, İstanbul 2021, s. 92.

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubât, Hayrat Neşriyat, İstanbul 2021, c.1. s. 34.

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Lem‘alar, Hayrat Neşriyat, İstanbul 2021, s. 309.

[5] Bediüzzaman Said Nursi, Lem‘alar, Hayrat Neşriyat, İstanbul 2021, s. 3-4.


Yorum Yap

Yorumlar