19. Mektub’un "On Altıncı İşareti’nin 1. Kısmı" olan “Tevrat, İncil ve Zebur’un Hz. Peygamber’den Haberleri” ile alakalı mucizeleri cümle cümle izah eder misiniz?
On Altıncı İşaret:
On Dokuzuncu Mektubun On Altıncı Nükteli İşareti
İrhâsât denilen, bi’set-i nübüvvetten evvel, fakat nübüvvetle alâkadâr olarak vücûda gelen hârikalar dahi delâil-i nübüvvettir.
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm)’a henüz peygamberlik verilmeden önce ve fakat peygamberliğiyle alakalı olarak gerçekleşen harika olaylara ‘İrhasât’ denilir. İrhasât, peygamberlik delillerine dahildir.
Şu da “Üç Kısım” dır.
İşte bu irhasât üç kısma ayrılır.
Birinci Kısım:
İrhasât’ın Birinci Kısmı
Nass-ı Kur’ân ile Tevrat, İncil, Zebur ve Suhuf-u Enbiyâ’nın, nübüvvet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’a dâir verdikleri haberdir.
Başta Tevrat,[1] Zebur,[2] ve İncil[3] olmak üzere önceki peygamberlere indirilen mukaddes sayfaların (suhuf)[4], “Hz. Muhammed (asm)’ın peygamberliğine dair” verdikleri haberlerdir.
Evet, madem o kitaplar semâvîdirler. Ve madem o kitap sâhibleri enbiyâdırlar. Elbette ve her halde onların dinlerini nesheden ve kâinâtın şeklini değiştiren ve yerin yarısını getirdiği bir nûr ile ışıklandıran bir zâttan bahsetmeleri, zarûrî ve kat‘îdir.
Evet, mademki, önceki peygamberlere indirilen kitaplar semavî[5] kaynaklıdır. Mademki, o kitapların kendilerine indirildiği insanlar peygamberdirler. Elbette, her hal ve şartta peygamberlik zincirinin son halkası olan böyle bir zâttan bahsetmeleri hem kesin hem de zorunludur. Çünkü bu gelecek olan zât (asm), önceki peygamberlerin dinlerini hükümden kaldırdı. Kâinatın şeklini değiştirdi. Getirdiği İslam ve imanın nuruyla yeryüzünün yarısını ışıklandırdı.
Evet, küçük hâdiseleri haber veren o kitaplar, nev‘-i beşerin en büyük hâdisesi olan hâdise-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı haber vermemek kābil midir?
Evet, o kitaplar bazen küçük hadiseleri bile haber veriyorlar. İnsanlık âleminin en büyük hadisesi olan Hz. Muhammed’in İslam davasıyla ortaya çıkması hadisesini haber vermemeleri kabul edilebilir mi?
İşte madem bilbedâhe haber verecekler. Her halde ya tekzîb edecekler, tâ ki dinlerini tahrîbden ve kitaplarını nesihten kurtarsınlar. Veya tasdîk edecekler, tâ ki o hakîkatli zât ile dinleri hurâfâttan ve tahrîfâttan kurtulsun.
Madem apaçık bellidir ki, önceki kitaplar son peygamber hakkında bilgi verecekler. Öyle ise ya bu gelecek olan zâtı, dinlerini harap olmaktan ve kitaplarının hükümden kaldırılmasını önlemek için yalanlayacaklar. Veyahut bu gelecek olan zâtı tasdik edecekler. Ta ki, dinlerini hurafelerden ve kitaplarını tahriflerden[6] kurtarsınlar.
Halbuki dost ve düşmanın ittifâkıyla, tekzîb emâresi hiçbir kitapta yoktur. Öyle ise tasdîk vardır. Madem mutlak bir sûrette tasdîk vardır. Ve madem şu tasdîkin vücûdunu iktizâ eden kat‘î bir illet ve esaslı bir sebeb vardır.
Halbuki Hz. Muhammed (asm)’ın dost ve düşmanlarının söz birliği etmesiyle sabittir ki, önceki kutsal kitapların ve mukaddes sahifelerin hiçbirinde Hz. Muhammed (asm)’ı ve getirdiği dini yalanlama emaresi yoktur. Madem yalanlama emaresi yoktur. Öyle ise önceki kitaplar Hz. Muhammed (asm)’ı tasdik ediyorlar demektir. Madem kesin olarak tasdik ediyorlar. Ve madem Hz. Muhammed (asm)’ın önceki kutsal kitaplar tarafından tasdik edilmesini kesin olarak gerektiren sebepler vardır.
Biz dahi o tasdîkin vücûduna delâlet eden “Üç Huccet-i Kātıa” ile isbat edeceğiz.
Biz de önceki kutsal kitapların bu gelecek olan zât (asm)’ı tasdik ettiklerine delil olacak “üç kesin hüccet” ile böyle bir tasdikin varlığını ispat edeceğiz.
Birinci Huccet:
İrhasât’ın Birinci Kısmının Birinci Hücceti
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur’ân’ın lisânıyla onlara der ki: “Kitaplarınızda benim tasdîkim ve evsâfım vardır. Benim beyân ettiğim şeylerde, kitaplarınız beni tasdîk ediyor.”
Resul-i Ekrem (asm) Kur’ân’ın dili yani ayetiyle önceki kutsal kitaplara tabi olan ve ehl-i kitap olarak tanımlanan insanlara özetle der ki: “(İnandığınız ve okumakta olduğunuz kutsal) kitaplarınızda benim vasıflarım vardır. O kitaplar benim peygamberliğimi tasdik eder. Ortaya koyduğum din ve davetim hususunda kitaplarınız beni tasdik ediyor” der.
قُلْ فَاْتُوا بِالتَّوْرٰيةِ فَاتْلُوهَٓا اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ٭ فَقُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ اَبْنَٓاءَنَا وَاَبْنَٓاءَكُمْ وَنِسَٓاءَنَا وَنِسَٓاءَكُمْ وَاَنْفُسَنَا وَاَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَةَ اللّٰهِ عَلَي الْكَاذِب۪ينَ gibi âyetlerle onlara meydan okuyor.
“Eğer (iddianızda) doğru kimseler iseniz, haydi Tevrat’ı getirin de onu okuyun” ve “(İddianızda samimi iseniz) gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden dua edelim de Allah’ın lanetini yalancıların üzerine kılalım”[7] gibi âyetlerle onlara meydan okuyor.[8]
“Tevrat’ınızı getiriniz, okuyunuz. Ve geliniz, biz çoluk ve çocuğumuzu alıp, Cenâb-ı Hakk’ın dergâhına el açıp, yalancılar aleyhinde la‘netle duâ edeceğiz.” diye mütemâdiyen onların başına vurduğu halde, hiç Yahûdî bir âlim veya Nasrânî bir kıssîs, onun bir yanlışını gösteremedi.
“Tevrat’ı getirip okuyunuz. Ve geliniz, karşılıklı olarak çoluk çocuğumuzu arkamıza alıp, Cenâb-ı Hakkın dergahına hep birlikte el açıp, yalancıların ‘Allah’ın lanetine uğraması’ için dua edelim”[9] diyerek, sürekli onların -önceki kutsal kitaplara inandığı halde Efendimize iman etmeyenlerin- başlarına vurduğu halde, Yahudilerin hiçbir âlimi veya hiçbir Nasranî[10] kıssîs[11] Hz. Muhammed (asm)’ın bir yanlışını gösteremedi.
Eğer gösterse idi, pek çok kesrette bulunan ve pek çok inâdlı ve hasedli olan kâfirler ve münâfık Yahûdîler ve bütün âlem-i küfür, her tarafta i‘lân edeceklerdi.
Eğer herhangi bir Yahudî veya bir Hristiyan Hz. Muhammed (asm)’ın bir yanlışını bulsa ve bunu insanlara göstermiş olsaydı; sayıca çok olan ve inatları kuvvetli, Efendimizi ve getirdiği dini hiçbir şekilde çekemeyen kâfirler ve iki yüzlü Yahudiler ve hatta bütün küfür âlemi böylesi bir yanlışı her tarafta -hem de büyük nümayişlerle- ilan edeceklerdi.
Hem demiş: “Ya yanlışımı bulunuz; veyahud sizinle mahvoluncaya kadar cihad edeceğim.”
Hem Resul-i Ekrem (asm) muhataplarına şöyle demiş: “-Getirdiğim din ve davada- bir yanlışımı bulunuz. Aksi halde sizinle (ya siz ya ben) mahvoluncaya kadar cihat edeceğim.”
Halbuki bunlar harbi ve perişaniyeti ve hicreti ihtiyâr ettiler. Demek yanlışını bulamadılar. Bir yanlış bulunsa idi, onlar kurtulurlardı.
Halbuki Efendimizin getirdiği din ve daveti kabul etmeyen ehl-i kitap; savaş, perişanlık ve oradan oraya göç etmeyi tercih ettiler. Bu demek oluyor ki, Efendimiz (asm)’ın bir yanlışını bulamadılar. Şayet bir yanlışını bulsalar kurtulurlardı.
İkinci Huccet:
İrhasât’ın Birinci Kısmının İkinci Hücceti
Tevrat, İncil ve Zebur’un ibâreleri, Kur’ân gibi i‘câzları olmadığından, hem mütemâdiyen tercüme tercüme üstüne olduğundan, pek çok yabânî kelimeler içlerine karıştı.
Kur’ân, kırk ayrı yönden mucizedir. Lafızlarında dahi mucizelik yönü vardır. Bu sebeple insanlar tarafından taklit edilemez. Tevrat, Zebur ve İncil’in ibareleri ise Kur’ân’ın ibareleri gibi mucizeli olmadıkları ve uzun zaman dilimlerinde -mesela Musa (as)’ın bundan yaklaşık 3500 sene önce yaşadığı göz önüne alınırsa- sürekli olarak tercüme üstüne tercüme edildiği için haliyle pek çok yabancı kelimeler bu kitapların içerisine girdi.
Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış te’vîlleri, onların âyetleriyle iltibâs edildi. Hem bazı nâdânların ve bazı ehl-i garazın tahrîfâtı da ilâve edildi. Şu sûrette o kitaplarda tahrîfât ve tağyîrât çoğaldı.
Hem yine önceki bu kutsal kitapları tefsir eden müfessirlerin sözleri ve yanlış yorumları bu kutsal kitapların âyetleriyle karıştı. Bütün bunlarla beraber bazı bilgisiz, cahil kişilerin ve bazı garaz ehli[12] insanların karıştırdıkları hurafeler eklendi. Bu iki sebeple eski kitaplarda hurafe ve bozulmalar çoğaldı.
Hatta Şeyh Rahmetullâhi Hindî, allâme-i meşhûr, kütüb-ü sâbıkanın binler yerde tahrîfâtını keşîşlerine ve Yahûdî ve Nasârâ ulemâsına isbat ederek iskât etmiş.
Hatta Şeyh Rahmetullah-ı Hindî[13] adındaki meşhur âlim, geçmiş kitapların binler yerlerinde hurafe bulunduğunu Hristiyan keşişlerine, Yahudî ve Hristiyan âlimlerine ispat edip onları susturmuş.
İşte bu kadar tahrîfâtla beraber, şu zamanda dahi meşhur Hüseyin-i Cisrî (Rahmetullâhi Aleyh), o kitaplardan yüz on delil, nübüvvet-i Ahmediyeye (asm) dâir çıkarmıştır. Risâle-i Hamîdiye'de yazmış. O risâleyi de Manastırlı Merhum İsmail Hakkı tercüme etmiş. Kim arzu ederse, ona mürâcaat eder, görür.
İşte bu kadar hurafe karıştırılmış olmakla beraber şu zamanda -yani 20. Asırda- da Hüseyin Cisrî (rh)[14] adında meşhur araştırmacı âlim, eski kitaplardan Hz. Muhammed’in (asm) peygamberliğine işaret edecek yüz on adet delil çıkarmış. Risale-i Hamidiye[15] adlı eserinde yazmış. O eseri de Manastırlı Merhum İsmail Hakkı[16] tercüme etmiş. Kim arzu ederse o kitaba müracaat eder. O âlimin ortaya koyduğu delilleri kendi gözüyle görür.
Hem pek çok Yahûdî ulemâsı ve Nasârâ ulemâsı ikrâr ve i‘tirâf etmişler ki: “Kitaplarımızda Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın evsâfı yazılıdır.”
Hem yine Yahudi ve Hristiyan âlimlerinden olmakla beraber pek çok kişi, son peygamber Hz. Muhammed’in (asm) vasıflarının kutsal kitaplarında yazılı olduğunu kabul ve itiraf etmişler
Evet, gayr-i müslim olarak, başta meşhur Rum Meliklerinden “Herakl” i‘tirâf etmiş, demiş ki: “Evet, Îsâ Aleyhisselâm Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan haber veriyor.”
Evet, bunlardan gayr-i müslim[17] olarak, başta Doğu Roma İmparatoru Herakliyus itiraf edip, “Evet, İsa (as) Muhammed (asm)’dan haber veriyor” demiş.
Hem Rum Meliki Mukavkıs nâmında Mısır hâkimi ve ulemâ-yı Yehûd'un en meşhurlarından İbn-i Sûriyâ ve İbn-i Ahtâb ve onun kardeşi, Ka‘b ibn-i Esed ve Zübeyr ibn-i Bâtıyâ gibi meşhur ulemâ ve reisler, gayr-i müslim kaldıkları halde ikrâr etmişler ki: “Evet, kitaplarımızda onun evsâfı vardır. Ondan bahsediyorlar.”
Hem yine Doğu Roma Devletinin Mısır valisi olan Mukavkıs,[18] Yahudî âlimlerinin en meşhurlarından olan Abdullah İbn-i Sûriyâ,[19] Huyey İbn-i Ahtâb,[20] ve onun kardeşi olan Ka’b b. Esed[21] ve Zübeyr b. Bâtıyâ[22] gibi âlim ve reisler İslam dairesine girmedikleri halde, “Evet, kitaplarımızda Hz. Muhammed’in (asm) vasıfları yazılıdır. Ondan bahsediyorlar” diye kabul ve ikrar etmişler.
Hem Yehûd’un meşhur ulemâsından ve Nasârânın meşhur kıssîslerinden, kütüb-ü sâbıkada evsâf-ı Muhammediyeyi (asm) gördükten sonra inâdı terk edip îmâna gelenler, evsâfını Tevrat ve İncil’de göstermişler. Ve sâir Yahûdî ve Nasrânî ulemâsını onunla ilzâm etmişler.
Hem yine Yahudîlerin meşhur âlimlerinden ve Hristiyanların meşhur keşişlerinden olup geçmiş kitaplarda Hz. Muhammed (asm)’ın vasıflarını gördükten sonra inat etmeyi bırakıp iman dairesine girenler, Tevrat ve İncil’de Efendimizin vasıflarını göstermişler. Diğer Yahudî ve Hristiyan âlimlerini Tevrat ve İncil’de geçen bu vasıfları göstererek susturmuşlar.
Ezcümle meşhur Abdullâh ibn-i Selâm ve Vehb ibn-i Münebbih ve Ebû Yâsir ve Şâmûl -ki bu zât, Melik-i Yemen Tübba‘ zamanında idi. Tübba‘ nasıl gıyâben ve bi’setten evvel îmân getirmiş, Şâmûl de öyle-
Bunlardan başlıcaları Abdullah b. Selam, Vehb b. Münebbih, Ebû Yasir, Şâmûl -ki bu kişi Yemen padişahı Tübbâ zamanında yaşadı. Tübbâ gıyaben nasıl Hz. Peygamber’e henüz peygamberlik verilmeden önce iman etmişse Şâmûl de aynı şekilde iman etmiş.-
ve Sa‘ye’nin iki oğlu olan Üseyd ve Sa‘lebe ki, İbn-i Heyebân denilen bir ârif-i billâh, bi’setten evvel Benî Nadîr kabîlesine misafir olmuş. قَر۪يبٌ ظُهُورُ نَبِيٍّ هٰذَا دَارُ هِجْرَتِه۪ demiş, orada vefat etmiş.
Ve Sa’ye’nin iki oğlu olan Üseyd ve Sa’lebe[23] ki, İbn-i Heyyebân[24] diye tanınan bir ârif-i billah,[25] henüz Hz. Muhammed (asm)’a peygamberlik verilmezden evvel Medine’de ikâmet eden Benî Nadır[26] adındaki Yahudî kabilesine misafir olmuş. “Bir nebinin zuhur vakti yaklaştı. Burası da onun hicret edeceği yerdir” deyip Medine’de vefat etmiş.
Sonra o kabîle Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile harb ettikleri zaman, Üseyd ve Sa‘lebe meydana çıktılar. O kabîleye bağırdılar: وَاللّٰهِ هُوَ الَّذ۪ي عَهِدَ اِلَيْكُمْ ف۪يهِ ابْنُ الْهَيَبَانِ Yani “İbni'l-Heyebân’ın haber verdiği zât budur. Onunla harb etmeyiniz.” Fakat onlar onları dinlemediler, belâlarını buldular.
Sonra o kabile Resul-i Ekrem (asm) ile savaşa tutuştukları zaman -artık yetişkin birer birey olan- Üseyd ve Sa’lebe ortaya atıldılar. Kabilelerine bağırdılar: “İbn-i Heyyebân’ın geleceğini haber verdiği kişi budur. Onunla savaşmayalım”[27] dediler. Fakat kabile bu iki kardeşi, dinlemediler. Belalarını buldular.
Hem ulemâ-yı Yehûddan İbn-i Bünyâmîn ve Muhayrık ve Ka‘bü’l-Ahbâr gibi çok ulemâ-yı Yehûd, evsâf-ı Nebeviyeyi kitaplarında gördüklerinden, îmâna gelmişler. Sâir îmâna gelmeyenleri de ilzâm etmişler.
Hem yine Yahudî âlimlerinden İbn-i Bünyamin,[28] Muhayrık[29] ve Kâ’bu’l Ahbar[30] gibi birçok Yahudi âlimi, son peygamberin vasıflarını kitaplarında gördüklerinden imana gelmişler. İman etmeyen diğer âlimleri de ortaya koydukları delillerle susturmuşlar.
Hem ulemâ-yı Nasârâdan, meşhur, bahsi geçen Bahîrâ-yı Râhib ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Şam tarafına amcasıyla gittiği vakit on iki yaşında idi. Bahîrâ-yı Râhib, onun (Hâşiye)[31] hatırı için Kureyşîleri da‘vet etmiş.
Hem yine Hristiyan âlimlerinden meşhur ve daha önce bahsi geçen Rahip Bahîra ki, Resul-i Ekrem (asm) 12 yaşlarında iken amcası Ebû Talip ile Şam tarafına gitmişti. -Normalde insanlarla görüşüp konuşmayan- Rahip Bahîra Efendimizin hatırına kervanda buluna Kureyşlileri de davet etmiş.
Baktı ki, kafileye gölge eden bir parça bulut, daha kafile yerinde gölge ediyor. Demek aradığım adam orada kalmış. Sonra adam göndermiş, onu da getirmiş. Ebû Tâlib’e demiş: “Sen dön, Mekke’ye git. Yahûdîler hasûddurlar. Bunun evsâfı Tevrat’da mezkûrdur. Hıyânet ederler.”
Bakar ki, kafileye gölge eden bir parça bulut hâlâ kafile yerinde gölge ediyor. Demek ki aradığım kişi orada kalmış diye tekrar adam gönderip onu da getirtmiş. -Vasıflarından ahir zaman peygamberi olduğunu hemen anladığı için- Ebu Talip’e, “Sen dön, Mekke’ye geri git. Yahudiler çok hasetçidirler. Bunun vasıfları Tevrat’ta geçiyor. -Onu hemen tanırlar ve- ihanet ederler” demiş.
Hem Nastûru’l-Habeşe ve Habeş reisi olan Necâşî gibi, evsâf-ı Muhammediyeyi (asm) kitaplarında gördükleri için beraber îmân etmişler. Hem Dağâtır isminde meşhur bir Nasrânî âlimi, evsâfı görmüş, îmân etmiş. Rumlar içinde i‘lân etmiş. Şehîd edilmiş.
Hem yine Nastûru’l Habeşe[32] ve Habeşistan Necaşî’si (padişahı) olan Ashame gibi zâtlar Hz. Muhammed’in (asm) vasıflarını kutsal kitaplarında gördükleri için beraber iman etmişler. Hem yine Dağatır[33] isminde meşhur bir Hristiyan âlimi, Hz. Muhammed (asm)’ın vasıflarını görmüş. İman etmiş. Rumlar içinde imanını ilan etmiş. Bunun üzerine dövülerek şehid edilmiş.
Hem Nasrânî rüesâsından Hâris ibn-i Ebî Şemiri’l-Gassânî ve Şam’ın büyük dînî reisleri ve melikleri, yani Sâhib-i İlbâ ve Herakl ve İbn-i Nâtûr ve Cârûd gibi meşhur zâtlar, kitaplarında evsâfı görmüşler. Ve îmân etmişler. Yalnız Herakl, dünya saltanatı için îmânını izhâr etmemiş.
Hem yine Hristiyan reislerinden olan Haris b. Ebû Şemiri’l Gassânî[34] ve Şam’ın büyük dini reisleri ve yöneticileri yani Sahib-i İlbâ[35] ve Herakliyus ve İbn-i Nâtur[36] ve Carûd[37] gibi meşhur insanlar kitaplarında son peygamberin vasıflarını görüp iman etmişler. Yalnız Herakliyus dünya saltanatı için imanını açığa vurmamış.
Hem bunlar gibi, Selmânü’l-Fârisî, o da evvel Nasrânî idi. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın evsâfını gördükten sonra onu arıyordu.
Hem bu kişiler gibi Selman-ı Farisî de önceleri bir Hristiyan idi. Kutsal kitaplarda Resul-i Ekrem (asm)’ın vasıflarını gördükten sonra -geleceği vaat edilen- son peygamberi arıyordu.
Hem Temîm nâmında mühim bir âlim, hem meşhur Habeş Reisi Necâşî, hem Habeş Nasârâsı, hem Necrân papazları, bütün müttefikan haber veriyorlar ki: “Biz evsâf-ı Nebeviyeyi kitaplarımızda gördük. Onun için îmâna geldik.”
Hem yine Temim[38] namı verilen önemli bir âlim, Habeşistan’ın meşhur Necaşî’si Ashame ve Habeşistan Hristiyanları, Necran papazları bütün bu sayılan kişiler ittifak ederek haber veriyorlar ki: “Biz, son peygamberin vasıflarını kitaplarımızda gördük. Bu sebeple ona iman ettik” diyorlar.
Üçüncü Huccet:
İrhasât’ın Birinci Kısmının Üçüncü Hücceti
İşte bir numûne olarak Tevrat, İncil, Zebur’un Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’a âit âyetlerinin birkaç numûnesini göstereceğiz.
Tevrat, Zebur ve İncil’in Peygamberimiz (asm)’a işaret eden ayetlerinden bazı numuneleri göstereceğiz.
Birincisi:
Üçüncü Hüccetin Birinci Numunesi
Zebur’da şöyle bir âyet var: اَللّٰهُمَّ ابْعَثْ لَنَا مُق۪يمَ السُّنَّةِ بَعْدَ الْفَتْرَةِ Mukîmü’s-Sünne ise, ism-i Ahmedîdir.
Zebur’da şöyle bir ayet var: “Allah’ım! Fetretten sonra bize sünneti ikame edecek olan zâtı gönder.” Mukîmü’s-sünne: Sünneti ikame eden ve adı Ahmed (asm) olan zât demektir.
İncil’in âyeti, قَالَ الْمَس۪يحُ اِنّ۪ي ذَاهِبٌ اِلٰٓي اَب۪ي وَاَب۪يكُمْ لِيَبْعَثَ لَكُمُ الْفَارَقْل۪يطَا Yani “Ben gidiyorum, tâ size Faraklît gelsin. Yani Ahmed gelsin.”
İncil’in bir ayeti, “Mesih dedi ki: Ben babam ve babanıza gidiyorum. Ta size Faraklit’i göndersin.” Yani ben gidiyorum. Tâ size Faraklit, yani (hak ile batılı birbirinden ayıracak olan ve ismi) Ahmed olan zât gelsin.
İncil’in ikinci bir âyeti, اِنّ۪ٓي اَطْلُبُ مِنْ رَبّ۪ي فَارَقْل۪يطًا يَكُونُ مَعَكُمْ اِلَي الْاَبَدِ Yani “Ben Rabbimden, hakkı bâtıldan fark eden bir peygamberi istiyorum. Ki ebede kadar beraberinizde bulunsun.” Faraklît, اَلْفَارِقُ بَيْنَ الْحَقِّ وَالْبَاطِلِ ma‘nâsında, Peygamber’in o kitaplarda ismidir.
İncil’de geçen ikinci bir ayet, “Ben Rabbimden, hakkı batıldan ayıran bir peygamberi istiyorum ki, sonsuza kadar sizin beraberinizde bulunsun.” Faraklit, “hak ile batılın arasını ayıran” anlamına gelir. Beklenildiği belirtilen peygamberin eski kitaplardaki ismidir.
Tevrat’ın âyeti, اِنَّ اللّٰهَ قَالَ لِاِبْرَاه۪يمَ اِنَّ هَاجَرَ تَلِدُ وَيَكُونُ مِنْ وَلَدِهَا مَنْ يَدُهُ فَوْقَ الْجَم۪يعِ وَيَدُ الْجَم۪يعِ مَبْسُوطَةٌ اِلَيْهِ بِالْخُشُوعِ Yani “Hazret-i İsmâîl’in vâlidesi olan Hâcer, evlâd sâhibesi olacak. Ve onun evlâdından öyle birisi çıkacak ki, o veledin eli umumun fevkınde olacak. Ve umumun eli huşû‘ ve itâatle ona açılacak.”
Tevrat’ın bir ayetinde, “Hz. İsmail’in validesi olan Hacer evlat sahibesi olacak. (Yani nesli çoğalacak.) Ve onun evladından öyle birisi çıkacak ki, o veledin eli umumun (bütün insanların elinin) üstünde olacak. Ve umumun (insanların çoğunun) eli huşû ve itaat ile ona açılacak.”
Tevrat’ın ikinci bir âyeti, وَقَالَ يَا مُوسٰٓي اِنّ۪ي مُق۪يمٌ لَهُمْ نَبِيًّا مِنْ بَن۪ٓي اِخْوَتِهِمْ مِثْلَكَ وَاُجْر۪ي قَوْل۪ي ف۪ي ف۪يهِ وَالرَّجُلُ الَّذ۪ي لَا يَقْبَلُ قَوْلَ النَّبِيِّ الَّذ۪ي يَتَكَلَّمُ بِاسْم۪ي فَاَنَا اَنْتَقِمُ مِنْهُ Yani “Benî-İsrail’in kardeşleri olan Benî-İsmail’den, senin gibi bir nebî göndereceğim. Ben sözümü onun ağzına koyacağım. Benim vahyimle konuşacak. Onu kabul etmeyene azab vereceğim.”
Tevrat’ta geçen ikinci bir ayet: “İsrailoğullarının kardeşleri (büyük ataları İsmail ve İshak (as)’dan emmioğlu) olan İsmail oğullarından -yani Araplardan- senin gibi bir peygamber göndereceğim. Ben sözümü onun ağzına koyacağım. Benim vahyimle konuşacak.[39] Onu kabul etmeyene azap vereceğim.”
Tevrat’ın üçüncü bir âyeti, قَالَ مُوسٰي رَبِّ اِنّ۪ٓي اَجِدُ فِي التَّوْرٰيةِ اُمَّةً هُمْ خَيْرُ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ يَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ فَاجْعَلْهُمْ اُمَّت۪ي قَالَ تِلْكَ اُمَّةُ مُحَمَّدٍ
Tevrat’ın Resul-i Ekrem (asm)’a bakan üçüncü bir ayeti: “Musa dedi ki: Ey Rabbim, ben Tevrat’ta insanlar(ın iyiliği) için (ortaya) çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısı olan; iyiliği emreden, kötülükten meneden ve Allaha iman eden bir ümmet görüyorum. Onu benim ümmetim eyle. (Allah) buyurdu ki, o Muhammed Ümmetidir.”
İhtâr: Muhammed ismi o kitaplarda ‘مُشَفَّحْ’ ve ‘اَلْمُنْحَمَنَّا’ ve ‘حِمْيَاطَا’ gibi Süryânî isimler sûretinde, ‘Muhammed’ ma‘nâsındaki İbrânî isimleriyle gelmiş. Yoksa sarîh Muhammed ismi az vardı. Sarîh mikdarını dahi hasûd Yahûdîler tahrîf etmişler.
Uyarı: Eski kitaplarda Muhammed ismi doğrudan geçmiyordu. Belki ‘Müşeffah, el-Münhamennâ ve Hımyâtâ gibi Süryanî dilinden isimler suretinde ama ‘Muhammed’ manasına gelen İbrânî isimlerle gelmişti. Yoksa açık bir şekilde yazılacak Muhammed ismi az vardı. Bu kitaplarda bulunan açık ve anlaşılır olan kısmını da hasetçi, çekemeyen Yahudiler tarafından tahrif edilmiş.
Zebur’un âyeti, يَا دَاوُدُ يَاْت۪ي بَعْدَكَ نَبِيٌّ يُسَمّٰٓي اَحْمَدَ وَمُحَمَّدًا صَادِقًا سَيِّدًا اُمَّتُهُ مَرْحُومَةٌ
Zebur’un Resul-i Ekrem (asm)’a işaret eden bir ayeti: “Ey Davud! Senden sonra Ahmed, Muhammed, sadık ve seyyid olarak anılacak bir peygamber gelecek. Onun ümmeti rahmete mazhar olacaktır.”
Hem Abâdile-i Seb‘a’dan ve kütüb-ü sâbıkada çok tedkîkāt yapan Abdullâh ibn-i Amr İbni’l-Âs ve meşhur ulemâ-yı Yehûddan en evvel İslâm’a gelen Abdullâh ibn-i Selâm ve meşhur Ka‘bü’l-Ahbâr denilen Benî-İsrâîl’in allâmelerinden, o zamanda daha çok tahrîfâta uğramayan Tevrat’da aynen şu gelecek âyeti i‘lân ederek göstermişler.
Abadile-i seb’a’dan olan ve eski kutsal kitaplar üzerinde çok araştırma yapan Abdullah b. Amr b. Âs ve Yahudî âlimlerinin meşhurları arasından İslam’a ilk giren Abdullah b. Selam ve yine İsrailoğullarının en âlim kişilerinden olan Kâ’bu’l Ahbâr o zamanda henüz -son peygambere bakan ayetlerde- çok hurafe karıştırılmamış olan Tevrat’ta şu zikredeceğimiz ayeti aynen gösterip ilan etmişler.
Âyetin bir parçası şudur ki: Mûsâ (as) ile hitâbdan sonra, gelecek peygambere hitâben şöyle diyor: يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذ۪يرًا وَحِرْزًا لِلْاُمِّيّ۪ينَ اَنْتَ عَبْد۪ي وَرَسُول۪ي سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلَا غَل۪يظٍ وَلَا صَخَّابٍ فِي الْاَسْوَاقِ وَلَا يَدْفَعُ بِالسَّيِّئَةِ السَّيِّئَةَ بَلْ يَعْفُوا وَيَغْفِرُ لَنْ يَقْبِضَهُ اللّٰهُ حَتّٰي يُق۪يمَ بِهِ الْمِلَّةَ الْعَوْجَٓاءَ بِاَنْ يَقُولُوا لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
Âyetin bir parçası şudur: Musa (as)’a hitabın ardından gelecek peygambere hitap ediyor ve şöyle buyuruyor: “Ey peygamber! Şüphesiz ki biz seni bir şâhid, bir müjdeci, bir korkutucu ve ümmiler için bir sığınak olarak gönderdik. Sen benim kulum ve resulümsün ve seni mütevekkil diye isimlendirdim. Sen ne katı kalpli ne kaba davranan ve ne de çarşı pazarlarda bağırıp çağıran birisin. O kötülüğe kötülükle karşılık vermez. Bilakis affeder ve bağışlar. Eğrilmiş olan milletler onunla doğrultulup, onlar “Allahtan başka ilah yoktur” deyinceye kadar Allah onun ruhunu almaz.”
Tevrat’ın bir âyeti daha, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ مَوْلِدُهُ بِمَكَّةَ وَهِجْرَتُهُ بِطَيْبَةَ وَمُلْكُهُ بِالشَّامِ وَاُمَّتُهُ الْحَمَّادُونَ İşte şu âyette Muhammed lafzı, Muhammed ma‘nâsında Süryânî bir isimde gelmiştir.
Tevrat’ın Resul-i Ekrem (asm)’a işaret eden bir ayeti daha, “Muhammed Allah’ın resulüdür. Onun doğum yeri Mekke, hicret yeri Medine, mülkü Şam’dır. Ümmeti ise hamd edici kimselerdir.” İşte bu ayette Muhammed kelimesi doğrudan değil, Muhammed manasında Süryani bir isimle gelmiştir.
Tevrat’ın diğer bir âyeti daha, اَنْتَ عَبْد۪ي وَرَسُول۪ي سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ İşte şu âyette, Benî-İshak’ın kardeşleri olan Benî-İsmail’den, Hazret-i Mûsâ’dan (as) sonra gelen peygambere hitâb ediyor.
Tevrat’ın Resul-i Ekrem (asm)’a bakan bir ayeti daha, “Sen benim kulum ve elçimsin. Seni mütevekkil diye isimlendirdim.” İşte bu ayette İshak (as)’ın oğullarının kardeşleri olan İsmail oğullarından ve -zaman olarak- Hz. Musa’dan sonra gelecek olan peygambere hitap ediyor.
Tevrat’ın diğer bir âyeti daha, عَبْدِيَ الْمُخْتَارُ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلَا غَل۪يظٍ İşte Muhtar’ın ma‘nâsı Mustafa’dır, hem ism-i Nebevîdir.
Tevrat’ın Resul-i Ekrem (asm)’a bakan bir ayeti daha, “(Seçilmiş) kulum ne katı kalpli ne de kaba davranandır.” İşte bu ayette geçen muhtar kelimesinin anlamı Mustafa’dır. Peygamber Efendimizin en meşhur isimlerinden biridir.
İncil’de Îsâ’dan (as) sonra gelen ve İncil’in birkaç âyetinde ‘Âlem Reisi’ ünvanıyla müjde verdiği nebînin ta‘rîfine dâir, مَعَهُ قَض۪يبٌ مِنْ حَد۪يدٍ يُقَاتِلُ بِه۪ وَاُمَّتُهُ كَذٰلِكَ İşte şu âyet gösteriyor ki, sâhibü’s-seyf ve cihada me’mur bir peygamber gelecektir. قَض۪يبٌ حَد۪يدٌ kılıç demektir.
İncil’de İsa (asm)’dan sonra gelen ve İncil’in birkaç âyetinde ‘Âlemin Reisi’ unvanıyla geleceği müjdelenen peygamber anlatılırken “O'nun beraberinde, onunla savaş yapacağı demirden bir asa (kılıç) olacak. Ümmeti de aynı böyle olacak” buyuruluyor. İşte İncilin bu ayeti gösteriyor ki, kılıç sahibi ve cihad ile görevlendirilmiş olan bir peygamber gelecektir. Bu ayette geçen “kadîbü’n hadid” ibaresinin anlamı kılıçtır.
Hem ümmeti de onun gibi sâhibü’s-seyf, yani cihada me’mur olacağını Sûre-i Feth’in âhirinde, وَمَثَلُهُمْ فِي الْاِنْج۪يلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْئَهُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰي عَلٰي سُوقِه۪ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ âyeti, İncil’in şu âyeti gibi, başka âyetlerine işaret edip Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, sâhibü’s-seyf ve cihada me’mur olduğunu İncil ile beraber i‘lân ediyor.
Bununla beraber geleceği vaat edilen o peygamberin ümmetinin de kendisi gibi kılıç sahibi yani cihad ile görevli olacaklarını bildiriyor. Kur’ân-ı Kerim’in Fetih Sûresinin sonlarında bulunan “İncil’deki vasıfları ise, bir ekin gibidir ki, filizini çıkarmış, sonra onu kuvvetlendirmiş, sonra kalınlaşmış da gövdesi üzerine dikilmiştir: (Bu hal) ekincilerin hoşuna gider: (Onlar hakkındaki bu benzetme) kafirleri onlarla öfkelendirmek içindir”[40] âyeti, tıpkı İncilin bu ayeti gibi ‘son peygamberden bahseden’ diğer ayetlerine de işaret ediyor. Hz. Muhammed (asm)’ın kılıç sahibi ve cihad yapmakla görevli bir peygamber olduğunu Kur’ân’ın şu ayeti İncil’le beraber ilan ediyor.
Tevrat’ın Beşinci Kitab’ının Otuz Üçüncü Bâb’ında şu âyet var: “Hakk Teâlâ Tûr-u Sînâ’dan ikbâl edip bize Sâîr’den tulû‘ etti ve Fârân Dağlarında zâhir oldu.”
Tevrat’ın beşinci kitabının Otuz Üçüncü Bâbında şöyle bir ayet var: “Hak Teâlâ Tur-ı Sina[41] dağından erişip, bize Sâir[42] (adındaki sıradağlardan oluşan Şam civarın)dan doğdu. Fârân[43] Dağlarından göründü.”
İşte şu âyet, nasıl ki “Tûr-u Sînâ’da ikbâl-i Hakk” fıkrasıyla nübüvvet-i Mûseviyeyi (as) ve Şam dağlarından ibâret olan “Sâîr’den tulû‘-u Hakk” fıkrasıyla nübüvvet-i Îseviyeyi (as) ihbâr eder. Öyle de, bil’ittifâk Hicaz dağlarından ibâret olan “Fârân dağlarından zuhûr-u Hakk” fıkrasıyla, bizzarûre risâlet-i Ahmediyeyi (asm) haber veriyor.
İşte İncilin şu ayeti, “Tur-ı Sina dağında Hakka erişmek” fıkrasıyla Hz. Musa’nın (as) peygamberliğini ve Şam dağlarından ibaret olan “Sâir dağlarından hakkın tulu edip doğması” fıkrasıyla Hz. İsa’nın (as) peygamberliğini haber veriyor. Aynen öyle de tarih ve coğrafya bilimcilerinin ittifakıyla Fârân Dağları, Hicaz bölgesinin Kızıldeniz’e paralel olarak uzanan sıra dağlarıdır. Mekke ise Fârân dağlarına en yakın yerleşim merkezlerinden biridir. Dolayısıyla İncil’in bu ayeti “Fârân dağarından hakkın zuhur etmesi” ibaresiyle Hz. Muhammed (asm)’ın peygamberliğini hem de zaruret derecesinde haber veriyor.
Hem Sûre-i Feth’in âhirinde ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرٰيةِ hükmünü tasdîkan, Tevrat’da Fârân dağlarından zuhûr eden peygamberin Sahâbeleri hakkında şu âyet var: “Kudsîlerin bayrakları beraberindedir. Ve anın sağındadır.” Kudsîler nâmıyla tavsîf eder. Yani “Onun Sahâbeleri kudsî, sâlih evliyâlardır.”
Hem de Kur’ân-ı Kerim’deki Fetih suresinde geçen “Tevrat’taki vasıfları” ayetinin hükmünü tasdik edercesine Tevrat’ta Fârân dağlarından ortaya çıkacak olan peygamberin sahabeleri hakkında şöyle bir ayet vardır. “Kutsilerin bayrakları beraberindedir ve anın sağındadır” der. Son peygamberin sahabelerini ‘kutsiler’ namıyla vasfeder ve metheder. Yani onun (asm) sahabeleri kudsî, sâlih evliyalardır” demektir.
Eş‘iyâ peygamberin (as) kitabında, Kırk İkinci Bâb’ında, şu âyet vardır:
Son peygamber hakkında Eş’iyâ[44] Peygamberin (as) kitabında[45], kırk ikinci babında geçer.
“Hakk Sübhânehû âhirzamânda, kendinin ıstıfâ-gerde ve bergüzîdesi kulunu ba‘s edecek. Ve ona Rûhu’l-Emîn Hazret-i Cibrîl’i (as) yollayıp dîn-i İlâhîsini ona ta‘lîm ettirecek. Ve o dahi Rûhu’l-Emîn’in ta‘lîmi vecihle nâsa ta‘lîm eyleyecek ve beynennâs hak ile hükmedecektir. O bir nûrdur. Halkı zulümâttan çıkaracaktır. Rabbin bana kablelvukū‘ bildirdiği şeyi, ben de size bildiriyorum.”
“Her türlü noksandan münezzeh olan Cenâb-ı Hak, dünyanın son zamanlarında kendinin seçkin ve güzide olan bir kulunu gönderecek. Ve ona Ruhu’l Emin olan Hz. Cebrail (as)’ı yollayıp Allah’ın dinini ona öğretecek. O da Cebrail (as)’ın kendisine öğrettiği şekilde insanlara öğretecek. İnsanlar arasında hak ile hükmedecektir. O bir nurdur. Halkı -her türlü küfür- karanlıklarından[46] çıkaracaktır. Rabbi(mi)n, gerçekleşmeden önce bana bildirdiği şeyi ben de size bildiriyorum.”
İşte şu âyet, gayet sarîh bir sûrette Âhirzamân Peygamberi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın evsâfını beyân ediyor.
İşte incilin şu ayeti oldukça açık bir şekilde ahir zaman peygamberi olan Hz. Muhammed (asm)’ın vasıflarını anlatıyor.
‘Mîşâîl’ nâmıyla müsemmâ Mîhâîl (as) peygamberin kitabının Dördüncü Bâb’ında şu âyet var:
‘Mişâil’ adıyla isimlendirilen Mihâil peygamberin (as) kitabının dördüncü babında geleceği müjdelenen son peygamber hakkında şöyle bir ayet var.
“Âhirzamânda bir ümmet-i merhûme kāim olup, orada Hakk’a ibâdet etmek üzere mübârek dağı ihtiyâr ederler. Ve her iklîmden orada birçok halk toplanıp Rabb-i Vâhid’e ibâdet ederler. Ona şirk etmezler.”
“Âhir zamanda[47] rahmete layık bir ümmet kıyam edip, orada -sırf- Cenâb-ı Hakk'a ibadet etmek üzere mübarek dağa yönelirler. Ve her iklimden -yani dünyanın her tarafından- birçok halk orada toplanıp bir olan Rablerine ibadet ederler. Ona -Rablerine- ortak koşmazlar."
İşte şu âyet, zâhir bir sûrette dünyanın en mübârek dağı olan Cebel-i Arafât ve orada her iklîmden gelen hacıların tekbîr ve ibâdetlerini ve ‘ümmet-i merhûme’ nâmıyla şöhret-şiâr olan ümmet-i Muhammediyeyi (asm) ta‘rîf ediyor.
İşte İncil’in bu ayeti, çok açık bir şekilde dünyanın en mübarek dağı olan Arafat Dağını[48] ve orada dünyanın her tarafından gelen hacıların sürekli olarak getirdikleri tekbirlerini, ibadetlerini ve ‘ümmet-i merhume’ namıyla şöhret kazanan Hz. Muhammed’in (asm) ümmetini anlatıyor.
Zebur’da Yetmiş İkinci Bâb’ında şu âyet vardır:
Zebur’un yetmiş ikinci babında geleceği müjdelenen son peygamber hakkında şöyle bir ayet vardır:
“Bahirden bahre mâlik ve nehirlerden arzın makta‘ ve müntehâsına kadar mâlik ola. Ve kendisine Yemen ve Cezayir mülûkü hediyeler götüreler. Ve padişahlar ana secde ve inkıyâd edeler. Ve her vakit ona salât ve hergün kendisine bereketle duâ oluna. Ve envârı Medine’den münevver ola. Ve zikri ebedü’l-âbâd devam ede. Anın ismi, şemsin vücûdundan evvel mevcûddur. Anın adı güneş durdukça münteşir ola.”
“Denizden denize malik ve mülkü nehirlerden -tâ- karaların bittiği ve en sonuna kadar uzana. Kendisine Yemen ve Cezayir padişahları hediyeler götüreler. Padişahlar ona secde (itaat) edip onun kaydı altına gireler. Ona her vakit salat ve her gün bereketle dua oluna. Nurları Medine’den yayıla. Zikri -anılması- ebede kadar devam ede. Onun ismi Güneşin varlığından önce vardır. Onun adı güneş durdukça yayıla."
İşte şu âyet, pek âşikâr bir tarzda Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tavsîf eder.
İşte Zebur’un şu ayeti pek açık ve aşikâr bir şekilde fahr-i âlem (asm)’ın vasıflarını anlatır.
Acaba Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm’dan sonra Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka hangi nebî gelmiş ki, şarktan garba kadar dinini neşretmiş ve mülûkü cizyeye bağlamış ve padişahları kendine secde eder gibi bir inkıyâd altına almış ve hergün nev‘-i beşerin humsunun salavât ve duâlarını kendine kazanmış ve envârı Medine’den parlamış kim var? Kim gösterilebilir?
Acaba Hz. Davud (as)’dan sonra Hz. Muhammed-i Arabî (asm)’dan başka hangi peygamber gelmiş ki, doğudan batıya kadar dinini yaymış olsun. İdarecileri cizyeye[49] bağlasın. Padişahları kendine secde eder gibi bir itaat altına almış olsun. İnsanların beşte birinin her gün salavat ve dualarını kendine kazanmış olsun. -İman ve Kur’ân nurları Medine’den parlamış olan kim vardır? Kim gösterilebilir?
Hem Türkçe Yuhanna İncil’inin On Dördüncü Bâb ve otuzuncu âyeti şudur:
Hem Yuhanna İncilinin Türkçe tercümesinin on dördüncü babı otuz üçüncü ayeti şöyledir:
“Artık sizinle çok söyleşmem. Zîrâ bu âlemin reisi geliyor. Ve bende anın nesnesi aslâ yoktur.” İşte ‘Âlemin Reisi’ ta‘bîri, Fahr-i Âlem demektir. Fahr-i Âlem ünvanı ise, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın en meşhur ünvanıdır.
“Artık sizinle çok söyleşmem. Zira bu âlemin reisi geliyor. Ve bende onun nesnesi aslâ yoktur.” İşte ‘âlemin reisi’ ibaresinin anlamı ‘Fahr-i âlem: Âlemlerin kendisiyle övündüğü’ demektir. Fahr-i âlem unvanı ise Arapların içinden çıkan Hz. Muhammed (asm)’ın en meşhur unvanlarından biridir.
Yine İncîl-i Yuhanna, On Altıncı Bâb ve yedinci âyeti şudur:
Yine Yuhanna İncili Türkçe tercümesi On Altıncı Bab ve yedinci ayet şöyledir:
“Ama ben size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size fâidelidir. Zîrâ ben gitmeyince tesellici size gelmez.” İşte bakınız. Reîs-i Âlem ve insanlara hakîkî teselli veren Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kimdir? Evet, Fahr-i Âlem odur. Ve fânî insanları i‘dâm-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur.
“Ama ben size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim size faydalıdır. Zira ben gitmeyince tesellici size gelmez.” İşte bakınız. Âlemin reisi ve insanlara -her noktada- hakiki teselli verici olan Hz. Muhammed-i Arabî (asm)’dan başka kim olabilir? Evet, -hiç şüphesiz- Fahr-i kâinat odur. Fena bulup ölüp bu dünyadan gidecek olan insanları ebedî idamdan kurtarıp teselli veren odur.
Hem İncîl-i Yuhanna, On Altıncı Bâb sekizinci âyeti:
Yine Yuhanna İncilinin Türkçe tercümesi On Altıncı Bab sekizinci ayeti şöyledir:
“Ol dahi geldikte, dünyayı günaha dâir, salâha dâir ve hükme dâir ilzâm edecektir.” İşte dünyanın fesâdını salâha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siyâset ve hâkimiyet-i dünyâyı tebdîl eden, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim gelmiş?
“O dahi geldiğinde dünyayı günaha dair, salaha dair ve hükme dair ilzam edecektir.” İşte bu ayet, dünyanın fesadını, bozulmuşluğunu ıslah edip düzelten, insanları Allah ortak koşmaktan kurtaran, siyaseti, dünyanın hakimiyetini değiştiren, Hz. Muhammed-i Arabî (asm)’dan başka kim gelmiş?
Hem İncîl-i Yuhanna, On Altıncı Bâb on birinci âyet:
Yine Yuhanna İncilinin Türkçe tercümesinin On Altıncı Bab on birinci âyeti şöyledir:
“Zîrâ bu âlemin reisinin gelmesinin hükmü gelmiştir.” İşte Âlemin Reisi, (Hâşiye)[50] elbette Seyyidü’l-Beşer olan Ahmed; Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.
“Zira bu âlemin reisinin gelmesinin hükmü gelmiştir.” İşte İncilin bu ayetinde âlemin reisi, diye tanımlanan kişi elbette insanların efendisi olan -adı İncil’de Ahmed olan- Hz. Muhammed (asm)’dır.
Hem İncîl-i Yuhanna, On İkinci Bâb ve on üçüncü âyet: “Ama ol Hakk ruhu geldiği zaman, sizi bilcümle hakîkate irşâd edecektir. Zîrâ kendisinden söylemeyip, bilcümle işittiğini söyleyerek gelecek nesnelerden size haber verecek.”
Yine Yuhanna İncilinin Türkçe tercümesinin On İkinci Bab ve on üçüncü ayeti şöyledir: “Amma o hakkın ruhu (olan zat) geldiği zaman, sizin bütün hepinizi hakikate yöneltecektir. Zira kendisinden söylemeyip tamamıyla işittiğini söyleyerek gelecek nesnelerden size haber verecek.”
İşte bu âyet sarîhtir. Acaba umum insanları birden hakîkate da‘vet eden ve her haberini vahiyden veren ve Cebrâîl’den (as) işittiğini söyleyen ve kıyâmet ve âhiretten tafsîlen haber veren Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kimdir? Ve kim olabilir?
İşte İncilin bu ayetinin Efendimiz (asm)’a baktığı çok açıktır. Acaba bütün insanları birden hakikate davet eden ve her haberini vahiyden aldığı (kaynak ile) veren. -vahiy meleği olan Hz.- Cebrail’den işittiğini söyleyen, kıyamet ve ahiret -gibi gaybî olan işlerden dosdoğru- ve geniş haberler veren Hz. Muhammed-i Arabî (asm)’dan başka kimdir? Kim olabilir?
Hem kütüb-ü enbiyâda, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Muhammed, Ahmed, Muhtar ma‘nâsında Süryânî ve İbrânî isimleri var. İşte Hazret-i Şuayb’ın suhufunda ismi, Muhammed ma‘nâsında “مُشَفَّحْ” tır.
Yine önceki peygamberlere indirilen kitaplarda Resul-i Ekrem (asm)’ın Muhammed, Ahmed, Muhtar anlamına gelen Süryani ve İbrani isimler var. İşte bunlardan Hz. Şuayb[51] (as)’a indirilen sahifelerde efendimizin ismi Muhammed anlamına gelen ‘Müşeffah’tır.
Hem Tevrat’da yine Muhammed ma‘nâsında “اَلْمُنْحَمَنَّا”, hem Nebiyyü’l-Haram ma‘nâsında “حِمْيَاطَا” Zebur’da “اَلْمُخْتَارْ” ismiyle müsemmâdır.
Hem Tevrat’ta yine Muhammed anlamına gelen ‘El-Münhamennâ’, hem Nebiyyü’l Haram (Kâbe’nin peygamberi) anlamına gelen ‘Hımyâtâ’ olarak geçer. Zebur’da ‘El-Muhtar’ namıyla isimlendirilmiştir.
Yine Tevrat’da “اَلْخَاتَمُ الْخَاتَمْ”, hem Tevrat’da ve Zebur’da “مُق۪يمُ السُّنَّةِ”, hem Suhuf-u İbrâhîm ve Tevrat’da “مَازْمَازْ” dır. Hem Tevrat’da “اَحْيَدْ” dir. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş: اِسْم۪ي فِي الْقُرْاٰنِ مُحَمَّدٌ وَفِي الْاِنْج۪يلِ اَحْمَدُ وَفِي التَّوْرٰيةِ اَحْيَدُ buyurmuştur.
Yine Tevrat’ta “El-Hâtemü’l hâtem: mühürlerin sonuncusu”, hem yine Tevrat ve Zebur’da “mukîme’s-sünne: sünneti ikame eden” hem İbrahim (as)’ın sahifesinde ve Tevrat’ta “Mazmaz: koruyucu’dur. Yine Tevrat’ta ‘Ahyed’dir. Hatta bu konuda Resul-i Ekrem (asm), “İsmim, Kur’ân’da Muhammed, İncil’de Ahmed ve Tevrat’ta Ahyed’dir” buyurmuştur.
Hem İncil’de, esmâ-yı Nebeviyeden صَاحِبُ الْقَض۪يبِ وَالْهِرَاوَةِ yani seyf ve asâ sâhibi.
Hem İncil’de peygamber isimlerinden “kılıç ve asâ sahibi” vardır.
Evet, sâhibü’s-seyf enbiyâlar içinde en büyüğü, ümmetiyle, cihada me’mur Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.
Evet, kılıç sahibi peygamberler içinde en büyüğü, ümmetiyle birlikte cihad ile görevli olan Resul-i Ekrem (asm)’dır.
Yine İncil’de Sâhibü’t-Tâc'dır. Evet, Sâhibü’t-Tâc ünvanı, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsûstur. Tâc “imâme” yani sarık demektir. Eski zamanda milletler içinde, milletçe umumiyet i‘tibâriyle sarık ve agel saran kavm-i Arabdır. İncil’de “صَاحِبُ التَّاجْ” kat‘î olarak Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demektir.
Yine İncil’de son peygamberin İncil’de geçen unvanlarından biri “sahibü’t-taç: taç sahibidir.” Evet, taç sahibi unvanı, Resul-i Ekrem (asm)’a özeldir. Taç, ‘imame’ yani sarık demektir. Eski zamanda milletler içerisinde millet olarak çoğunluk itibariyle sarık ve agel saran Arap kavmidir. Dolayısıyla İncil’de geçen ‘Sahibü’t-taç: taç sahibi’ olarak geçen zat, Resul-i Ekrem (asm)’dır.
Hem İncil’de “اَلْبَارَقْل۪يطْ” veyahud “اَلْفَارَقْل۪يطْ” ki, İncil tefsîrlerinde hak ve bâtılı birbirinden tefrîk eden hakperest ma‘nâsı verilmiş ki, sonra gelecek insanları hakka sevk edecek zâtın ismidir.
Hem yine İncil’de “el-Baraklit veyahut “el-Faraklit” olarak geçer. Bu ibareye İncil tefsirlerinde ‘hak ile batılı birbirinden tefrik edip ayıran, hakperest’ manası verilmiştir. (İsa (as)’dan) Sonra gelecek ve insanları hakka sevk edecek olan zatın ismidir.
İncil’in bir yerinde Îsâ Aleyhisselâm demiş: “Ben gideceğim. Tâ dünyanın reisi gelsin.”
İsa (as) İncilin bir yerinde şöyle demiş:[52] “Ben gideceğim tâ dünyanın reisi gelsin.”
Acaba Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm’dan sonra dünyanın reisi olacak ve hak ve bâtılı fark ve temyîz edip Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm’ın yerinde insanları irşâd edecek, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim gelmiştir?
Acaba Hz. İsa (as)’dan sonra gelmekle beraber dünyanın reisi olacak çapta ve hak ile batılı birbirinden tamamen ayıran, İsa (as)’ın yerine insanları irşad eden, Resul-i Ekrem Hz. Muhammed (asm)’dan başka kim gelmiştir?
Demek Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm ümmetine dâimâ müjde ediyor ve haber veriyor ki: “Birisi gelecek. Bana ihtiyaç kalmayacak. Ben onun bir mukaddimesiyim ve müjdecisiyim.”
Demek ki, İsa (as), “Birisi gelecek. Bana ihtiyaç kalmayacak. Ben onun (gelecek olan zatın) önsözü ve müjdecisiyim” diyerek müjdeleyip ümmetine haber veriyor.
Nasıl ki şu âyet-i kerîme: وَاِذْ قَالَ ع۪يسَي ابْنُ مَرْيَمَ يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪يلَ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرٰيةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَاْت۪ي مِنْ بَعْدِي اسْمُهُٓ اَحْمَدُ (Hâşiye)[53]
Nasıl ki, Kur’ân-ı Kerim Saf Sûresi 6. Âyetinde “Hani Meryem oğlu Îsa: “Ey İsrâiloğulları! Muhakkak ki ben, benden önce (gönderilmiş) olan Tevrat’ı tasdîk edici ve benden sonra gelecek ismi Ahmed olan bir peygamberi müjdeleyici olmak üzere size Allah'ın (gönderdiği) bir peygamberiyim!” demişti.
Evet, İncil’de Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm çok def‘alar ümmetine müjde veriyor. İnsanların en mühim bir reisi geleceğini ve o zâtı da bazı isimler ile yâd ediyor. O isimler elbette Süryânî ve İbrânîdirler. Ehl-i tahkîk görmüşler.
Evet, İsa (as), İncil’de çok defalar ümmetine, ‘insanların en önemli reisi olan bir zatın geleceğini’ müjdeliyor ve o gelecek zatı bazı isimlerle anıyor. O isimler elbette -o zaman İsa (as)’ın yaşadığı toplumun dili olan- İbrani ve Süryani dilindeydiler. Bu konuda araştırma yapan âlimler görmüşler.
O isimler اَحْمَدُ، مُحَمَّدٌ، فَارِقٌ بَيْنَ الْحَقِّ وَالْبَاطِلِ ma‘nâsındadırlar. Demek Îsâ Aleyhisselâm çok def‘a Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan beşâret veriyor.
Süryani ve İbrânî dilinde yazılı olan o isimler, “Ahmed, Muhammed, hak ile batılın arasını ayıran” manasındadırlar. Demek ki, İsa (as) -İncil’de adı Ahmed olan- Resul-i Ekrem (asm)’dan birçok defa müjde veriyor.
Suâl: Eğer desen: “Neden Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm her nebîden ziyâde müjde veriyor, başkalar yalnız haber veriyorlar, müjde sûreti azdır?”
Soru: Eğer desen: “Neden diğer bütün peygamberlerden daha fazla Hz. İsa (as) -gelecek olan son peygamberi- müjde veriyor, başkaları yalnız haber veriyorlar, müjde seviyesinde haber verme neden azdır.”
Elcevab: Çünkü Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâm, Îsâ Aleyhisselâm’ı Yahûdîlerin müdhiş tekzîbinden ve müdhiş iftirâlarından ve dinini müdhiş tahrîfâttan kurtarmakla beraber, Îsâ Aleyhisselâm’ı tanımayan Benî-İsrail’in suûbetli şerîatına mukābil, suhûletli ve câmi‘ ve ahkâmca şerîat-ı Îseviyenin noksânını ikmâl edecek bir şerîat-ı âliyeye sâhibdir. İşte onun için çok def‘a, “Âlemin Reisi geliyor.” diye müjde veriyor.
Cevaben: Çünkü -İncil’de adı Ahmed olan- Hz. Muhammed (asm), İsa (as)’ı Yahudilerin dehşetli yalanlamasından, dehşetli iftiralarından ve dini olan Hristiyanlığı içerisine karıştırılan dehşetli hurafelerden kurtarmakla beraber, İsrail oğullarının İsa (as)’ı peygamber olarak tanımayan zorlu şeriatlarına karşılık, kolaylaştıran, kapsayıcı, hükümleri itibariyle İsa (as)’ın getirdiği şeriatın eksiklerini tamamlayıcı, yüce bir şeriata sahiptir. İşbu sebeple İsa (as) birçok defa ‘âlemin reisi geliyor’ diye müjde veriyor.
İşte Tevrat, İncil, Zebur’da ve sâir suhuf-u enbiyâda çok ehemmiyetle, âhirde gelecek bir peygamberden bahisler var. Çok âyetler var. Nasıl bir kısım numûnelerini gösterdik. Hem çok nâmlar ile o kitaplarda mezkûrdur.
İşte Tevrat, Zebur, İncil ve diğer peygamberlere indirilen mukaddes sahifelerde çok önemli bir şekilde, dünyanın son zamanına doğru gelecek olan bir peygamberden bahisler var. Hakkında çok ayetler var. Nasıl ki, bir kısım örneklerini gösterdik. Hem de o kitaplarda çok farklı namlar ile son peygamberin zikri geçiyor.
Acaba bütün bu kütüb-ü enbiyâda, bu kadar ehemmiyetle, mükerrer âyetlerde bahsettikleri Âhirzamân Peygamberi, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim olabilir?[54]
Acaba bütün bu peygamberlere indirilen kitaplarda bu kadar önem verilerek, tekrarlı ayetlerde bahsettikleri dünyanın son zamanının peygamberi, Hz. Muhammed (asm)’dan başka kim olabilir?
[1] Tevrat, Hz. Musa peygambere indirilen kutsal kitaptır. Günümüz metinlerinde; Tekvin, Çıkış, Levilîler, Sayılar, Tesniye olmak üzere beş bölümden oluşur. Eski ahit olarak da adlandırılır.
[2] Zebur, Kutsal kitapların ikincisi olan ve Hz. Davud peygambere indirilen kitaptır. Mezmurlar kitabı olarak da bilinir.
[3] İncil, Kutsal kitapların üçüncüsüdür. Hz. İsa peygambere indirildi. Günümüzde Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’ya göre dört ayrı İncil metni vardır. Bu ana metinlere sonradan Resullerin İşleri ve Pavlus’un mektupları bölümleri eklenmiştir.
[4] Suhuf-ı Enbiya, peygamberlere indirilen ama kitap olacak kadar hacmi bulunmayan ilahi sahifeler.
[5] Semavî, semadan indirilen, semaya ait olan. Dünyevî olmayan.
[6] Tahrif, hakikatli bir kitaba hurafe karıştırmak demektir. Özelde Tevrat, Zebur ve İncil gibi Kur’ân’dan önceki kutsal kitapların içerisine değişik saik ve sebeplerle hakikat harici eksiltmeler, ilaveler veya değişiklikler yapmak anlamına gelir.
[7] Âl-i İmran 2/93-61
[8] Resul-i Ekrem (asm)’ın onlara kendi ilmi veya kendi sözleriyle değil de Kur’ân âyetleriyle meydan okuması dahi peygamberliğine delildir. Çünkü bir peygamber kendi namına ortaya çıkmaz ve kendi hesabına hareket etmez.
[9] Mübâhale hadisesi, sözlükte “yalancı ve zalim olana birlikte beddua etmek” anlamına gelir. ‘Bir konuda ihtilaf eden iki tarafın ihtilafı çözemedikleri zaman bir araya gelip, Allah’ın lanetinin haksız olan taraf üzerine dilenmesine’ mübâhale denilir.
[10] Nasrânî, İsa (as) Nasıra adındaki köyde doğdu. Bu sebeple ona iman edip tabi olanlara Nâsırâ’lı İsa’nın dinine girenler anlamında Nasrani de denilir.
[11] Kıssîs, keşiş demektir. Keşiş, Süryanî dilinde Keşşîşâ diye telaffuz olunur ve “pir, şeyh” anlamına gelir. Fars dilinde “Hristiyanların ileri gelen âlim ve zâhid din adamlarını” ifade eder. Bu ibare daha çok kendini sırf ibadete veren, tekil veya çoğul olarak manastırlarda inziva hayatı yaşayanları kasteder.
[12] Âhir zaman peygamberinin kim olduğu tam olarak belli oluncaya dek eski kitaplardaki Efendimizle ilgili haberler çok daha açık ve seçik haldeydi. Ama ahir zaman peygamberinin kendilerinden çıkmasını bekleyen Yahudiler Tevrat’ta son peygamberle ilgili açık bölümleri büyük oranda değiştirdiler. Diğer kitaplarda da benzer gelişmeler yaşandı.
[13] Şeyh Rahmetullah el-Hindî, 1818 tarihinde Hindistan’ın Uttaş Pradeş eyaletinde doğdu. İlk öğreniminin ardından Delhi’ye giderek zamanın önemli isimlerinden ders aldı. Dönüp kendi kasabasında açmış olduğu medresede ders vermeye başladı. Bir süre sonra misyonerlik ile mücadele edebilmek için hocalığı terk etti. 1854 yılında oldukça kalabalık bir topluluğun önünde misyonerlerin en etkili isimlerinden Pfander ile açık hava münazarası yaptı ve alt etti. Hristiyanlığa reddiye olmak üzere İzharu’l Hak adlı eserini kaleme aldı. 1847 isyanlarında İngilizlere karşı komutan sıfatıyla savaştı. Savaş kaybedilince Hicaz’a kaçtı. Ardından sultan Abdülaziz’in davetiyle İstanbul’a geldi. Bir süre sonra Mekke’ye geçip burada bir medrese açtı. 1887 yılında sultan 2. Abdülhamid’in davetiyle tekrar İstanbul’a geldi. Bir süre sonra Mekke’ye dönüp 1891 yılında burada vefat etti.
[14] Hüseyin Cisrî, 1845 yılında Trablus-Şam’da doğdu. Baba tarafı Ahmed er-Rufaî hazretleri tarikiyle Efendimize ulaşır. Henüz bir yaşında iken babadan öksüz kaldı. Amcasının himayesinde yetişti. 1862 yılında Ezher’e kaydoldu. 1879 da Trablus’ta dini ve fenni ilimlerin birlikte okutulduğu Vataniye medresesini açtı. 1882 yılında Beyrut’ta başka bir medresenin müdürlüğüne atandı. Bir süre sonra sağlık sorunları sebebiyle Trablus-şama geri döndü. Meşhur eseri risale-i Hamidiye’yi burada telif etti. 1909 yılında burada vefat etti.
[15] Risale-i Hamidiye, Hüseyin el-Cisr tarafından 19. Yüzyılın sonlarında “İslam inancı ile bilimsel gerçekler arasında herhangi bir uyumsuzluk bulunmadığını açıklamak ve Avrupa’da İslam aleyhine yapılan tezviratın doğru olmadığını ispatlamak için yazılmıştır.”
[16] Manastırlı İsmail Hakkı, 1846 yılında manastırda doğdu. İlk tahsilini yaptıktan sonra İstanbul’a gitti. Burada birçok alimden çeşitli ilimler okudu ve icazet aldı. Ayasofya camiinde vaazlar verdi. Büyük kitlelere hitap etti. 1899 yılında Darü’l-fünun’da usul-i fıkıh ve hadis hocalığı yaptı. Hüseyin el-Cisr’in meşhur eseri Risâle-i Hamide’yi tercüme etti. 1908 yılında ayan meclisi üyesi seçildi. 1912 yılında İstanbul’da vefat etti.
[17] Gayr-i Müslim, İslam dinine girmemiş, Allaha teslim olanların dışında kalmış kimselere verilen genel ad.
[18] Mukavkıs, Mısır’ın İslam eliyle fethedildiği zamana kadar İskenderiye patriği ve Bizans’ın Mısır gene valisi olan kişidir. Adı Cüreyc b. Mina’dır. Bizans’ın 627 yılında Ninova’da Sasanileri yenmesi ve mısırın idaresini ele almasıyla Herakliyus tarafından genel vali olarak atandı. 628 yılında Efendimiz ona da diğer melikler gibi İslam’a davet mektubu gönderdi. İslam’ı kabul etmemekle beraber İslam elçisine büyük bir saygı gösterip kıymetli hediyelerle efendimizin mektubuna cevap gönderdi. 646 yılında Mısır’ın Amr b. Âs tarafından kansız bir fetihle ele geçirilmesinde büyük katkıları oldu.
[19] Abdullah İbn-i Sûriyâ, Tevrat’ı çok iyi bilen tek gözlü bir Yahudî âlimiydi. Hz. Peygamber zamanında yaşayan ve Fedek Yahudîlerinin ileri gelenlerinden birisi olan zat. İslamiyet’i kabul edip bir zaman sonra eski dinine döndüğü nakledilir.
[20] Huyey İbn-i Ahtâb, Medine’de mukim Yahudî kabilelerinden Beni Nadır’ın reisi ve en bilginlerinden biriydi. Resul-i Ekrem (asm)’ın eşlerinden Hz. Safiye’nin babasıdır. Hendek savaşı esnasında Beni Kurayza Yahudilerinin Efendimizle olan antlaşmayı bozmalarına sebep olmuştur. İslam’a girmediği halde Tevrat’ta okuduğu sıfatlarından yola çıkarak Resul-i Ekrem (asm)’ın beklenen ahir zaman peygamberi olduğunu ikrar eden kişilerden biridir.
[21] Ka’b b. Esed, Medine’de mukim Beni Kurayza Yahudîlerinin reisidir. Resul-i Ekrem (asm) Beni Kurayza ile saldırmazlık antlaşması yapmıştı. Hendek savaşında antlaşmayı bozup ihanet ettiler. Hendek savaşında umduğunu bulamadan çekilen müşrik ordusunun hemen ardından Beni Kurayza kuşatıldı. Kâb b. Esed, kabilesine Müslüman olmayı teklif etti fakat kabul etmediler. 25 gün süre kuşatmanın ardından reisleri de aralarında olarak idam edildiler.
[22] Zübeyr/Zebir b. Bâtıya, Hz. Peygamber döneminde Medine’de yaşayan Yahudî alimlerinden biridir. Beni Kurayza Yahudîleri arasında Tevrat’ı en iyi bilenin o olduğu nakledilir. Efendimiz (asm) henüz gelmeden sıfatlarıyla beraber haber veren, verdiği haberlere Tevrat’tan delil getiren birisiydi. Fakat son peygamberi kendi soyundan, Yahudîlerin arasından bekliyordu. Elindeki Tevrat’ta bulunan son peygamberle ilgili kısımları imha etti.
[23] Üseyd b. Saye ve Sa’lebe b. Saye, Saye’nin iki oğlu. Beni Kurayza Yahudileriyle birlikte yaşamakla beraber bu kabileye mensup değildiler. Henüz çocuk yaşta iken son peygamberin geleceğini müjdeleyen İbn-i Heyyebân adında bir alimden Resul-i Ekrem’in geleceğini duymuşlardı. Efendimiz, Medine’ye hicretle gelip, Hendek savaşından sonra Beni Kurayza kabilesinin etrafını kuşattığı zaman; “-Ey Benî Kurayza Cemaati! Vallahi, siz çok iyi bilirsiniz ki: O, Resulullah’tır. Kendisinin sıfatları da bize malumdur. O sıfatları, bize hem kendi âlimlerimiz hem Benî Nadir âlimleri söylemişlerdir. O âlimlerin İlki de şu Huyey bin Ahtab ile bizim katımızda halkın en doğru sözlüsü olan İbn-i Heyyeban’dır. O öleceği sırada, bu Peygamberin sıfatlarını bize haber vermişti!” dediler.
[24] İbn-i Heyyebân, İslam’ın gelmesinden iki yıl önce Medine’ye gelen, Beni Kurayza Yahudilerine misafir olan, kemâlâtta eşine az rastlanan, “bir peygamberin gelmesi yaklaştı. Ve onun hicret edeceği yer de burasıdır” diyerek adeta keramet gösteren zat. Aslen Şam civarında yaşamakla beraber son peygamberi karşılamak için Medine’ye gelmişti. Vahyin ilk zamanlarında vefat etti.
[25] Ârif-i billah, herhangi bir dine mensup olmamakla beraber vicdanıyla Allah’ı tanıyan ve hatta evliya alametleri gösterecek kadar yüksek seciyeli, irfan sahibi insanlar.
[26] Benî Nadır, 70 yıllarında Titus tarafından Kudüs’ün işgal edilmesi üzerine Medine’ye gelip yerleşen üç Yahudî kabilesinden biridir. Harun peygamberin soyundan geldiklerini iddia ederler.
[27] Çünkü Tevrat’ta ahir zaman peygamberi için “Ona uymayana azap vereceğim” diye buyuruluyordu. Yani Efendimiz (asm)’ın karşısına çıkanların mağlup olacağını çok iyi biliyorlardı.
[28] İbn-i Bünyamin, Medine Yahudîlerinden olup, Efendimizin vasıflarını Tevrat’ta görüp İslam’a giren bilginlerden biriydi.
[29] Muhayrık, adı Husayn idi. Beni Kaynuka kabilesine mensup olmakla beraber Beni Nadîr yurdunda yaşadığı için Nadrî nisbesiyle anılırdı. Tevrat’ı çok iyi bilen ve geniş hurma bahçeleri bulunan biriydi. Uhud savaşından önce Efendimize gelerek Müslüman oldu. Efendimiz ona Abdullah adını verdi. Savaşta yaralanınca bütün mal varlığını Efendimize bıraktığını ilan etti ve şehid oldu.
[30] Kâ’bu’l Ahbar, 551 yılında yemende doğdu. Resul-i Ekrem (asm) zamanında sefer için Yemen’e giden Hz. Ali’nin vesilesiyle İslam’a girdi. Elinde tahrife uğramamış bir Tevrat nüshası bulunduğu için diğer Yahudîleri susturmuştur. Ayrıca uydurma haberleri fark etme ve ayıklamada onun bilgisine başvurulurdu. 104 yaşında Humus’ta vefat etti.
[31] Hâşiye: İki rivâyet var, onun için iki vecihle zikredilmiş. Sâbıka muhâlif zannedilmemeli.
Bu konuda kaynaklarda iki ayrı rivayet var. Bu sebeple iki ayrı yönden zikredilmiş. Bu rivayet önceki rivayete ters düştü zannedilmesin.
[32] Nastûru’l Habeşe, Habeşistan Necaşî’si Ashame’nin yanında bulunan Hristiyan âlimlerinden bir olduğuna dair nakiller vardır. Bu zât, Rahip Bahîra’dan sonra yerine geçen Rahip Nestura ile karıştırılmamalıdır.
[33] Dağatır, Bizans sınırları içerisinde bulunan Rûmiye’de yaşıyordu. Bizans kralı Herakliyus’un dostuydu. Efendimizin İslam’a davet mektubu Herakliyus’a ulaşınca akıl almak için Dağatır’a mektup yazmış ve “bu zatın ahir zaman peygamberin olduğuna dair olumlu cevabını almıştı. Efendimiz (asm) Dağatır’a da mektup göndermişti. Mektubu götüren Hz. Dıhye’ye uzun sorular sordu. İslam’a girdi. Ahaliyi toplayıp İncil’de Meryem oğlu İsa’nın geleceğini müjdelediği son peygamberin zuhur ettiğini ve kendisinin de ona iman ettiğini ilan etti. Maalesef dövülerek şehid edildi.
[34] Hâris b. Ebû Şemir el-Gassânî, Hz. Peygamberin 628 yılında İslam’a davet mektubu gönderdiği yöneticilerden biridir. Gassâni devletinin hükümdarı sıfatıyla kendisine yazılan İslam’a davet mektubuna saltanat uğruna saygısızca cevap vermiş, durum Efendimiz (asm)’a iletilince ona “saltanatı yok olsun” diye beddua etmiş ve kısa süre sonra ölmüş ve devleti de dağılmıştır.
[35] Sâhib-i İlbâ, bu ibare Sâhib-i İlyâ olmalıdır. Sahip o dönem için yönetici anlamına gelen bir ibaredir. Sâhib-i İlyâ: Kudüs yöneticisi demektir. Bu kişi de kuvvetle muhtemel İbn-i Nâtur olmalıdır. Çünkü aynı satırda bir kelime sonra İbn-i Nâtur da Efendimizi eski kutsal kitaplardaki sıfatlarından tanıyan kişilerden biri olarak zikredilir. İbn-i Nâtur, tarihlerde Kudüs yöneticisi, baş piskopos olarak geçer. Kuvvetle muhtemel Hz. Üstadın kastettiği Sâhib-i İlya (Kudüs yöneticisi) İbn-i Nâtur olmalıdır. Dolayısıyla bu satırda iki ayrı kişilik değil hem ismi hem de vasfı zikredilen bir tek kişi olmalıdır. Malum üzere Hz. Üstad bu risaleyi dağ ve bağ köşelerinde ve acelelikle telif etmiştir. Cümle yapılarının ayrıntılarında bu tür küçük sapmalar olabilir. Cümle şöyle olabilir: Sâhib-i İlyâ İbn-i Nâtur…
[36] İbn-i Nâtur, Elindeki kutsal belgelere dayanarak Resul-i Ekrem (asm)’ın beklenen ahir zaman peygamberi olduğunu kabul eden o zamanın Kudüs Baş Piskoposu ve idarecisi olan kişidir.
[37] Cârûd b. Mualla, sahabedendir. Yemen tarafında yaşayan Abdülkays kabilesinin reisiydi. İslam’dan önce dindar bir Hristiyan idi. Gelmesi beklenen son peygamberin vasıflarını okuduğu kitaplardan öğrenmişti. Hicretin 10. (miladî 631) yılında Medine’ye heyetiyle birlikte gelerek Müslüman oldu. Efendimiz (asm) onu kabilesine yönetici tayin etti. Hz. Ebu Bekir döneminde yaşanan irtidat olaylarında kendi kabilesinden irtidat etmek isteyenleri bastırdı. Sonraki yıllarda fetih hareketlerine katıldı. 642 yılında Nihavent savaşında şehid oldu.
[38] Temim ed-Dârî, sahabedendir. Filistin’de doğdu. Önce Yahudilik ve Hristiyanlığı araştırdı. Papaz olacak denli bilgi edindi. Hristiyan bir rahibin yönlendirmesiyle son peygamberin hicret yurdu olan Medine’ye gelip Efendimize biat etti. Biatten sonra Medine’de kaldı. Tüccardı. Mescid-i Nebi’ye ilk kandili getiren, ilk ilk minberi yaptıran, halifeler döneminde ilk defa mescitte vaaz veren kişidir. Hz. Osman’ın şehadetinden sonra Mısır’ın fethine iştirak etti. Ardından Filistin’e yerleşti. Henüz İslam’a girmeden önce iki ortağıyla yaptığı bir yolculuk hakkında Maide suresinin 106, 107 ve 108. Ayetleri nazil oldu.
[39] Şu ayet, “Onun konuştuğu ancak vahiydir” (En-Necm 53/4) ayetiyle ne de güzel örtüşüyor.
[40] El-Fetih, 48/29
[41] Sina Dağı, Mısır ülkesinde Sina yarımadasında bulunan 2285 metre yüksekliği bulunan bir dağ.
[42] Sâir Dağları, Akabe körfeziyle Ölüdeniz arasında uzanan sıradağlar.
[43] Fârân Dağları, Mekke ve civarında Kızıldeniz boyunca uzanan sıradağlar.
[44] Eş’iyâ Peygamber, Hz. Zekeriya’dan önce yaşamış ve İsa (as) ile son Peygamber Hz. Muhammed’in geleceğini müjdeleyen peygamberlerden biridir. Günümüz Tevrat’ın bir bölümü onun adına ve onun kitabı olarak geçer. Toplam 50 sahife ve 66 bâbdan ibarettir. Yaşadığı dönem, Buhtunnasr döneminden hemen önceki devre tekabül eder.
[45] Eş’iyâ Peygamberin kitabı, Günümüz Yahudi kaynaklarında Tevrat’ın bir bölümü olarak kabul edilir. Kitâb-ı Mukaddes diye adlandırılan Tevrat, Zebur ve İncil metinlerinin derlendiği kitapta 673 ila 723. Sahifeler arasında bulunur. Toplam 66 bâbdan oluşur.
[46] Kur’ân-ı Kerim’de geçen “Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan nura çıkarır” (El-Bakara 2/257) âyeti İncil’in bu âyetinin manasıyla ne de güzel örtüşüyor.
[47] Ahir Zaman, Resul-i Ekrem (asm)’ın en baskın sıfatlarından ve en tanınmış unvanlarından birisi, Âhir zaman peygamberi ibaresidir.
[48] Arafat Dağı, Mekke’nin 25 km güneydoğusunda yer alan 454 metre yüksekliğinde bir dağ. Bu dağ Âdem babamız ile Havva annemizin buluşma yeri ve haccın vakfe mahallidir. Hz. Üstadın tabiriyle “dünyanın en mübarek dağıdır.” Hz. Peygamber veda haccında veda hutbesini bu dağda irat etmiştir.
[49] Cizye, İslam devletinin idaresinde olmakla beraber kendisi Müslüman olmayan hür ve mükellef erkeklerden yılda bir kez esasına göre alınan baş vergisidir. Kadın, çocuk, sakatlardan ve din adamlarından alınmaz.
[50] Hâşiye: Evet, o zât öyle bir reis ve sultandır ki, bin üç yüz elli senede ve ekser asırlardan her bir asırda, lâakal üç yüz elli milyon teb‘ası ve raiyeti var. Kemâl-i teslîm ve inkıyâdla evâmirine itâat ederler. Her gün ona selâm etmekle tecdîd-i bîat ederler.
Dipnot: Evet, O zât -yani Hz. Muhammed (asm)- öyle bir reis ve öyle bir sultandır ki;1350 yılda çoğu asırlardan her bir asırda, ona tabi olan en az 350 milyon reayası (idaresi altında bulunan halkı) var. Tam bir teslimiyet ve itaat ile emirlerine itaat ederler. Her gün ona salat ve selam etmekle biâtlarını yenilerler.
[51] Hz. Şuayb, Kur’ân’da adı geçen ve Medyen ve Eyke halkına gönderilen peygamberdir. Hz. Musa’nın kayınpederiydi. Kur’ân’da on bir ayrı yerde ismi geçer. Kendisi İbrahim (as)’a iman eden ve onun birlikte hicret eden iki kişiden biriydi. Peygamberlerin hatibi diye anılır. Çünkü yüksek fesahatiyle insanları hakka davet ederdi.
[52] Hristiyan kabullerinde İsa (as) (haşa!) Allah’ın oğlu sayıldığı ve ilahi bir kudret atfedildiği için İncil de onun sözleri olarak kabul edilir. Bir kitaba kutsal kitap denilebilmesi için en önemli şart o kitabın Allah’tan gelmesi ve bir peygambere indirilmiş olmasıdır. Günümüzdeki İncil metinleri bu kıstasa uymuyor. Çünkü İsa (as) günümüz İncil metinlerine ve Hristiyan kabullerine göre peygamber midir? Öyle ise İncil ona indirilmiş olmalıdır. Halbuki günümüzdeki İncil metinlerinin tamamı İsa (as)’ın sözleri ve kavilleridir. Rahatlıkla diyebiliriz ki; İncil’in günümüzdeki metinleri ve içeriğinin büyük bölümü İslam’daki siyer ve hadis ilimlerine tekabül eder.
[53] Hâşiye: اُمَّتُهُ الْحَامِدُونَ Seyyâh-ı meşhûr Evliyâ Çelebi, Hazret-i Şem‘ûn-u Safâ’nın türbesinde, ceylan derisinde yazılı İncîl-i Şerîf’de bu gelen âyeti okumuştur. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında nâzil olan âyet: (ايتون bir oğlan) (ازربيون yani İbrahim neslinden ola) (پروفتون Peygamber ola) (لوغسلين yalancı olmaya) (بنت anın) (افزولات mevlidi Mekke ola) (كه كالوشير sâlihlikle gelmiş ola) (تونرمنين onun mübârek adı) (مواميت (Hâşiye)[53] Ahmed Muhammed ola) (ايسفدوس ona uyanlar) (تاكرديس bu cihan ıssı olalar) (بيست بيت dahi ol cihan ıssı ola).
Dipnot: Seyahatleri ve yazdığı seyahat-nâmesiyle meşhur olan Evliya Çelebi, Hz. Şem’ûn-ı Safâ’nın -Hatay ili Antakya merkez ilçede bulunan- türbesinde ceylan derisinde yazılı İncil-i Şerif’te şöyle bir âyet okumuştur. Resul-i Ekrem (asm) hakkında indirilen ayet şöyledir: “İbrahim neslinden bir oğlan ola. Peygamber ola. Yalancı Olmaya. Onun doğduğu yer Mekke ola. Sâlih bir şahsiyetle gelmiş ola. Onun mübarek adı Ahmed ola. Ona uyanlar bu cihan ıssı olalar. Dahi ol cihan ıssı ola.”
[54] Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 290-98