Soru

19. Mektub (Mucizat-ı Ahmediye Risalesi) Şerh ve İzahı-12

19. Mektub’un "Yedinci Nükteli İşareti’nin Baş Kısmındaki Mukaddimeyi" cümle cümle izah eder misiniz?

Tarih: 20.06.2025 17:55:24

Cevap

Yedinci Nükteli İşaret:

On Dokuzuncu Mektubun Yedinci Nükteli İşareti

Mu‘cizât-ı Nebeviye’nin bereket-i taâm hususunda olan kısmından birkaç kat‘î ve ma‘nen mütevâtir misâline işaret edeceğiz.

Hz. Muhammed (asm)’ın peygamberliğine delil olan mucizelerinin yemeklerin, gıdaların bereketlenmesiyle ilgili olan kısmından gerçekleştiği kesin olan ve hadîs ilmindeki mevkii manevî mütevâtir[1] derecesinde olan birkaç misaline işaret edeceğiz.

Bahisden evvel bir mukaddime zikri münâsibdir.

Konuyu izaha geçmeden önce (konuya ilişkin) bir giriş yapmak uygun olacaktır.

Mukaddime: Şu gelecek bereketli mu‘cizât misâlleri, her biri müteaddid tarîkle, hatta bazıları on altı tarîkle sahîh bir sûrette nakledilmiş.

Mukaddime (konuya giriş): Aşağıda zikredilecek olan bereketle ilgili mucizelerin örneklerinin her biri birçok tarikle[2] hatta bazı mucizeler on altı (16) ayrı rivayet zincirinden hem de gayet sıhhatli (bu sözün veya olayın Efendimizin ağzından çıktığında şüphe olmayacak, doğruluğuna zarar verecek bir hal olmayacak) bir şekilde nakledilmiş.

Ekserîsi bir cemâat-i kesîre huzurunda vukū‘ bulmuş. O cemâat içinde mu‘teber ve sâdık insanlar onlardan bahsedip nakletmişler.

Bereketle ilgili bu mucizelerin çoğunluğu kalabalık bir (sahâbe) topluluk içerisinde gerçekleşmiş. O topluluğun içinde sözüne en çok itibar edilen ve doğru sözlü (yalana asla tenezzül etmez) insanlar (tarafından bu mucize olayları) bahsedilip (bize kadar) nakledilmiş.

Meselâ, bir def‘a “sâ‘” denilen dört avuç taâmdan yetmiş adam yemişler, tok olmuşlar, naklediyor. O yetmiş adam onun sözünü işitiyor, tekzîb etmiyor. Demek sükût ile tasdîk ediyorlar.

Mesela, bir defasında (Araplarda) “sâ”[3] denilen dört avuç miktarı gelecek yemekten yetmiş adam yemişler, hepsi doymuşlar, diye naklediliyor. O olaya muhatap olan yetmiş kişi bu hadiseyi nakleden adamın sözünü işitiyor ve yalanlamıyor. Öyle ise anlatılan bu hadiseyi susarak tasdik ediyorlar. (Ciddi insanlar için “sükût, yani susmak ikrardandır.” Yani anlatılanı kabul etmek demektir.)

Halbuki, o asr-ı sıdk ve hakîkatte ve o hakperest ve ciddî ve doğru adam olan Sahâbeler zerre mikdar yalanı görse, red ve tekzîb ederler.

Halbuki, (Efendimizin ve sahâbelerinin yaşadığı) o doğruluk ve hakikat asrında, hak gördüğüne canı pahasına sarılan, her biri pek ciddi birer dava adamı olan sahâbeler, anlatılan sözde zerre miktarınca bir yalan görseler o sözü reddeder yalanlarlardı.

Halbuki bahsedeceğimiz vâkıaları çoklar rivâyet etmiş. Ve ötekiler de sükût ile tasdîk etmişler. Demek her bir hâdise ma‘nen mütevâtir gibi kat‘îdir.

Halbuki, yalanlamak şöyle dursun bahsedilecek olan bereketle ilgili mucizeleri pek çok (sahâbe) rivayet etmiş. Bu olayları rivayet edenlerden işiten diğer sahâbeler de hadisenin doğruluğu hakkında itiraz etmeyip sükût ile yani susarak anlatılan bu hadiselerin doğruluğunu kabul etmişler. Demek oluyor ki, bu mucizelerin her biri manevî mütevâtir derecesindeki hadîsler gibi gerçekleştikleri kesindir.

Hem Sahâbeler, Kur’ân’ın ve âyetlerin hıfzından sonra, en ziyâde Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ef‘âl ve akvâlinin muhâfazasına, bâhusus ahkâma ve mu‘cizâta dâir ahvâline bütün kuvvetleriyle çalıştıklarını ve sıhhatlerine pek çok dikkat ettiklerini tarih ve siyer şehâdet ediyor.

Hem de sahâbelerin, Kur’ân ayetlerinin ezber ve korunmasından sonra en fazla muhafazasına çalıştıkları konu; Resul-i Ekrem (asm)’ın fiilleri ve konuşmalarıydı. Özellikle de İslam’ın hükümleri ve Efendimizin mucizeleriyle ilgili hallerini öğrenmeye, doğruluğuna bir zarar gelmeyecek şekilde ezber ve yazı yoluyla muhafaza etmeye pek çok ihtimam ile dikkat ettiler. Tarih ve (Efendimizin hayatını, ahlakını anlatan) siyer ilimleri buna şahittir.

Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a âit en küçük bir hareketi, bir sîreti, bir hâli ihmâl etmemişler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini kütüb-ü ehâdîsiye şehâdet ediyor.

Öyle ki sahâbeler Resul-i Ekrem (asm)’a ait en küçük bir hareketi, bir ahlakı, bir hâli ihmal etmemişler (hepsini büyük bir dikkat ve ciddiyetle sonraki nesle aktarmışlar). Durumun bu şekilde gerçekleştiğine, en küçük ayrıntıların bile büyük bir dikkatle kaydedildiğine hadîs kitapları şahitlik ediyor. (Çünkü hadîs kitaplarında Efendimizin en küçük, en ayrıntı denilebilecek davranışları bile büyük bir titizlikle kaydedilmiştir. Hadîs kitapları meydandadır.)

Hem asr-ı saâdette mu‘cizâtı ve medâr-ı ahkâm-ı ehâdîsi kitabetle çoklar kaydedip yazdılar.

Hem de saâdet asrında[4] birçok sahâbe, (Efendimizin) mucizeleri(ni) ve dinin hükümlerine dayanak teşkil eden hadîsleri yazarak kaydettiler.

Hususan Abâdile-i Seb‘a kitabetle kaydettiler. Hususan Tercümânü’l-Kur’ân olan Abdullâh ibn-i Abbâs ve Abdullâh ibn-i Amr İbni’l-Âs, bâhusus otuz-kırk sene sonra Tâbiînin binler muhakkikleri, ehâdîsi ve mu‘cizâtı yazı ile kaydettiler.

Bunlardan özellikle; yedi Abdullah[5] (bu mucize ve hadîsleri) yazarak kaydettiler. Bunların içinde de özellikle Tercüman-ü’l Kur’ân olan Abdullah İbn-i Abbas[6] ve Abdullah İbn-i Amr İbn-i Âs[7] ve özellikle bu zatlardan 30-40 sene sonra Tabiînin[8] binlerce muhakkik (hakikati en ince ayrıntısına kadar araştıran âlim)leri (Efendimizin) hadîsleri(ni) ve mucizeleri(ni) yazıyla kaydettiler.

Daha ondan sonra, başta dört imâm-ı müctehid ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler. Yazı ile muhâfaza ettiler.

Onlardan sonra da başta dört (mezhebin) müçtehid imamları[9] ve binlerce hakikat araştırmacısı olan hadîs âlimleri hem sözlü olarak naklettiler hem de yazıyla kaydettiler.

Daha hicretten iki yüz sene sonra, başta Buhârî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i Makbûle vazîfe-i hıfzı omuzlarına aldılar.

Daha sonraları hicretten yaklaşık 200 yıl sonra başta İmam Buhârî ve İmam Müslim (olmak üzere İslam âlemi ve bütün ilim çevreleri tarafından kabul edilen) altı hadîs kitabının müellifleri hadîsleri muhafaza görevini omuzlarına aldılar.

İbn-i Cevzî gibi şiddetli binler münekkidler çıkıp, bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfzsız veya nâdânların karıştırdıkları mevzu‘ ehâdîsi tefrîk ettiler, gösterdiler.

İbn-i Cevzî[10] gibi şiddetli[11] binlerce hadîs tenkitçileri ortaya çıkıp, bazı dinsizlerin veya yeteri kadar ilim ve irfanı olmayan veya hafızası yetersiz veya bilgisiz cahillerin sahih hadîslerin arasına karıştırdıkları mevzu’[12] hadîs (hadîs olmadığı halde hadîs olduğu iddia edilen söz)leri, (gerçek hadîslerin içinden) ayırdılar. (Hadîs olmadığı halde hadîs olduğu iddia edilen ve İslam kaynaklarının arasına sokulmak istenen bu sözleri) delilleriyle ortaya koydular.

Sonra ehl-i keşfin tasdîkiyle yetmiş def‘a Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm temessül edip, yakaza hâlinde onun sohbetiyle müşerref olan Celâleddîn-i Süyûtî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehâdîs-i sahîhanın elmaslarını, sâir sözlerden ve mevzuâttan tefrîk ettiler.

Ardından ehl-i keşif[13] insanların tasdik etmeleriyle sabit olduğuna göre Resul-i Ekrem (asm) yetmiş defa temessül edip (görünüp), yakaza (uyku ile uyanıklık arasında) halinde Efendimizin sohbetiyle şereflenen Celaleddin Suyutî[14] gibi allâmeler ve muhakkikler (hakikati en ince ayrıntısına kadar inceleyip araştıran) doğruluğunda şüphe bulunmayan ve sıhhatli bir şekilde kaydedilen hadîslerin elmaslarını, hadîs haricindeki sözlerden ve mevzulardan ayırt ettiler. 

İşte bahsedeceğimiz hâdiseler, mu‘cizeler, böyle elden ele kuvvetli, emîn, müteaddid ve çok, belki hadsiz ellerden sağlam olarak bize gelmiş. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّ۪ي 

İşte mucizelerle ilgili bahsedilecek olan bu hâdiseler, bu mucizeler; böylece (hadîs âlimleri tarafından son derece ihtimam gösterilerek) elden ele kuvvetli, emniyetli, birçok hadîs âlimlerinin ellerinden sağlam olarak bize (kadar) gelmiş. İşte bu Allah’ın fazlındandır.

İşte buna binâen, “Bu zamana kadar uzun mesâfeden gelen, şu zamandan tâ o zamana kadar bu hâdiseleri nasıl bileceğiz ki, karışmamış ve sâfîdir?” Hatıra gelmemeli.[15]

İşte bütün bu hakikatlere binaen, “bu zamana kadar 15 asra yakın uzun mesafeden gelen bu haberler, şu zamandan tâ o zamana varıncaya kadar bu hâdiselerin içine yalan veya yanlış karışmadan saf bir şekilde bize kadar geldiğini nasıl bileceğiz? diye insanın hatırına gelmemelidir.


[1] Manevî mütevâtir, bir hadîsin mana yönünden tevatür derecesinde olmasına denilir. Rivayetlerde lafız farklılığı olsa da mana yönünden yani olayın gerçekleşmiş olması noktasında yalan olma ihtimali bulunmayan hadîslerdir.

[2] Tarik, yol demektir. Hadîs ilminde bir hadîsin ana kaynak olan Peygamber Efendimizden başlayıp hadîs metnini ondan işiten sahâbe, sahâbeden işiten tabiin, tabiinden işiten ve kitabına kaydeden hadîs âlimine kadar devam eden rivayet zincirine tarik denilir.

[3] ’, dört avuç miktarına karşılık gelen ölçü birimidir.

[4] Asr-ı saâdet, Peygamber Efendimizin sahâbeleriyle yaşadığı ve “İslam’ın model şahıs ve model toplum olarak” en güzel şekilde yaşandığı döneme saâdet asrı denilir.

[5] Abâdile-i Seb’a, Medine’de Efendimizin terbiyesinde yetişen, sahâbe arasında ilim, ahlak ve fazilette temayüz eden adı Abdullah olan seçkin yedi sahâbeye verilen unvandır. Bunlar; Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesut, Abdullah b. Amr b. Âs, Abdullah b. Revaha, Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Selam’dır.

[6] Abdullah b. Abbas, Efendimizin vefatında henüz 13 yaşındaydı. Hz. Peygamberin hususi duasına mazhar oldu. Tefsir ilminde eşsiz bir mevki kazandı. Kur’ân’ın tercümanı denilecek kadar derin ilim sahibiydi. Kur’ân’da manasını bilmediği hiçbir kelime ve indiriliş sebebini bilmediği hiçbir âyet yoktu. Tefsir ilminin babasıdır. Ümmetin âlimi diye nam salmıştır. Hadîs ve fıkıh alanlarında müstesna bir yeri vardı. Hz. Ömer, onu (yaklaşık 15 yaşlarında iken) hususi istişare meclisine alırdı. Hz. Hüseyin’in şehadetine kadar Mekke ve Medine’de bulundu. Daha sonraki dönemde Taif’e çekilip ömrünü ilme adadı. 71 yaşında burada vefat etti.

[7] Abdullah b. Amr b. Âs, hicretten 7 yıl önce Mekke’de doğdu. Babasından önce Müslüman oldu. Süryanice bilirdi. Yazısı çok güzeldi. Efendimizden duyduğu hadîsleri yazardı. En çok hadîs rivayet eden Ebu Hüreyre Abdullah’ın hadîsi kendisinden daha çok bildiğini söylerdi. Fıkıh alanındaki liyakati sebebiyle yedi Abdullah’tan biri oldu. Efendimizden izin alarak hadîsi yazma faaliyetini ilk yapanlardan biridir. Hicri 65 yılında 72 yaşında Mısır’da vefat etti.

[8] Tabiîn, herhangi bir sahâbeyi imanlı bir gözle gören veya sesini işiten, sahâbeden ders alanlara verilen unvandır.

[9] Burada bahsi geçen dört müçtehit imam dört büyük mezhebin imamları olmalıdır. Çünkü, İmam Malik b. Enes (ra) hadîs ilminin en büyük âlimlerindendir. Muvattâ isimli eseri hadîs ilminin ilkleri arasında yer alır. İmam Ahmed İbn-i Hanbel (ra) aynı şekilde Müsned adlı eseriyle hadîs ilmine yön veren âlimlerin başında yer alır. İmam Şafii Hazretleri tahsiline İmam Malik’in Muvattâ adlı eserini ezber ederek başlamıştı. İmam-ı Azam, hadîsi en iyi bilen allâmelerden biriydi.

[10] İbn-i Cevzî, 1116 yılında Bağdat’ta doğdu. El-Cevzî lakaplı dedesine nispetle İbn-i Cevzî lakabıyla anıldı. Birçok İslam ilminde yüksek dereceli tahsil gördü. Seksenden fazla ‘âlimden ders aldı. Özellikle tefsir ve hadîs alanında eserler verdi. O zamanın ilim merkezlerinden olan Bağdat’tan hac yolculuğu hariç ayrılmadı. Hadîs alanında mevzu 1201 yılında Bağdat’ta vefat etti.

[11] Hadîs âlimleri, müteşeddid, mutavassıt ve mütesâhil olmak üzere üçe ayrılır. Hadîs ilmine sıhhat noktasında yaklaşımı tavizsiz olanlara müteşeddid denilir. İmam Malik, İmam Buhârî gibi âlimler bunlardandır. Hadîste sıhhat noktasında taviz vermemekle beraber orta yolu tercih edenler mutavassıt olanlardır. Ebu Davud, Neseî gibi âlimler bunlardandır. Hadîs ilmine yaklaşımı daha çok hadîsleri vikaye etmek ve fazilet noktasında zayıf da olsalar hadîsin nurundan istifade etmek isteyen âlimlere mütesâhil denilir. Celaleddin Suyutî hazretleri mütesâhil allamelerin en önde gelenlerinden biridir.

[12] Mevzu’, hadîs ilminde “hadîs diye uydurulan sözler” için kullanılan genel tabirdir. Peygamber Efendimize ait olmayan sözlerin onun ağzından uydurulması anlamına gelir. Mevzu hadîs, hadîs olmayan (yani Efendimiz (asm) tarafından söylenmemiş) söz demektir.

[13] Ehl-i keşif, ilim ve feraset yoluyla vahiy kaynaklı olarak bilgi kazanan, malumat edinen kimselerdir. Ehl-i keşif, aklın ürünü olan ilmi kalbin mahsulü olan feraset ile mezceder. Bununla beraber vahyin belirlediği sınırlara riayet eder.

[14] Celâleddin Suyutî, 873 yılında Mısır’ın Esyut bölgesinde doğdu. Memluk devletinin son zamanlarında Memluk sınırlarında yaşadı. Doğduğu yere nispetle Suyutî lakabını aldı. Yedi yaşında Kur’ân’ı hıfzetti. Başta büyük hadîs âlimi İbn-i Hacer Askalânî olmak üzere devrinin birçok âliminden ders aldı. İlim talebi için Hindistan, hicaz, Yemen, Sudan ve Şam diyarlarını dolaştı. 200 bin hadîsi ezberine aldı. Yakaza halinde Efendimizin (velayetiyle) sohbetine çok defa mazhar olacak kadar fazilet, hadîsin elmaslarını mevzuattan (hadîs olmayan sözlerden) ayıracak kadar keskin ilim ve nazar sahibiydi. 100 civarında eser verdi. Kendi asrının müceddid imamıdır.

[15] Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 245-46


Yorum Yap

Yorumlar