19. Mektub’un "Altıncı Nükteli İşareti’nin baş kısmını" cümle cümle izah eder misiniz?
Altıncı Nükteli İşaret:
On Dokuzuncu Mektubun Altıncı Nükteli İşareti
Nakl-i sahîh-i kat‘î ile Hazret-i Fâtıma’ya (ra) ferman etmiş ki: اَنْتِ اَوَّلُ اَهْلِ بَيْت۪ي لُحُوقًا ب۪ي deyip, “Âl-i Beytimden herkesten evvel vefat edip bana iltihâk edeceksin” diye söylemiş. Altı ay sonra haber verdiği gibi aynen zuhûr etmiş.
Sıhhat ve doğruluğu kesin olarak nakledildiğine göre (Peygamberimiz (asm) Hz. Fatıma’ya[1], “Âl-i Beytimden herkesten evvel vefat edip bana iltihak edeceksin (kavuşacaksın)” demiş. Kendisinin vefatından altı ay sonra haber verdiği gibi (Hz. Fatıma’nın vefatı ve Efendimizin mucizesi) gerçekleşmiş.
Hem Ebû Zer’e ferman etmiş: سَتُخْرَجُ مِنْ هُنَا وَتَع۪يشُ وَحْدَكَ وَتَمُوتُ وَحْدَكَ deyip, Medine’den nefyedilip, yalnız hayat geçirip, yalnız bir sahrâda vefat edeceğini haber vermiş. Yirmi sene sonra haber verdiği gibi çıkmış.
Hem (Peygamber Efendimiz (asm) Ebu Zer’e[2] hitaben; “Buradan (Medine’den) çıkarılacak ve tek başına yaşayacak ve tek başına vefat edeceksin” diyerek Ebu Zerr-i Gıffarî’nin Medine’den sürgün edilip, yalnız başına hayat geçirip, yalnız başına bir çölde vefat edeceğini haber vermiş. (Efendimizin verdiği bu haberden yaklaşık) 20 sene sonra haber verdiği gibi çıkmış.
Hem Enes ibn-i Mâlik’in halası olan Ümm-ü Harâm hânesinde uykudan kalkmış, tebessüm edip ferman etmiş: رَاَيْتُ اُمَّت۪ي يَغْزُونَ فِي الْبَحْرِ كَالْمُلُوكِ عَلَي الْاَسِرَّةِ Ümm-ü Harâm niyâz etmiş: “Duâ ediniz, ben de onlarla beraber olayım.” Ferman etmiş: “Beraber olacaksın.”
Hem Enes bin Malik’in[3] halası olan Ümmü Haram’ın[4] evinde Peygamberimiz (asm) (öğlen) uykusundan uyanmış. Gülümseyerek şöyle buyurmuş: “Ümmetimi, tahtlar üzerinde oturmuş padişahlar gibi denizde savaşırlarken gördüm” demiş. (Efendimizin verdiği bu haber üzerine) Ümmü Haram, “dua ediniz, ben de onlarla beraber olayım” diye ricada bulunmuş. Peygamber Efendimiz (asm), ona buyurmuş ki; “Beraber olacaksın.”
Kırk sene sonra zevci olan Ubâde ibn-i Sâmit refâkatiyle Kıbrıs’ın fethine gitmiş. Kıbrıs’da vefat edip, mezarı ziyaretgâh olmuş. Haber verdiği gibi aynen zuhûr etmiş.
(Efendimizin verdiği bu haberden yaklaşık) 40 yıl sonra kocası Ubâde İbn-i Sâmit[5] ile birlikte Kıbrıs’ın fetih seferine katılmış. Kıbrıs’ta vefat edip mezarı ziyaret edilen bir türbe olmuş. Böylece Efendimizin verdiği haber aynen gerçekleşmiş.
Hem nakl-i sahîh ile ferman etmiş ki: يَخْرُجُ مِنْ ثَق۪يفٍ كَذَّابٌ وَمُب۪يرٌ yani “Sakîf Kabîlesi’nden biri da‘vâ-yı nübüvvet edecek. Ve biri hunhar zâlim zuhûr edecek” deyip, nübüvvet da‘vâ eden meşhur Muhtar’ı ve yüz bin adam öldüren Haccâc-ı Zâlim’i haber vermiş.
Hem sıhhatli bir şekilde nakledildiğine göre, Peygamberimiz (asm) buyurmuş ki, “Sakîf[6] kabilesinden biri peygamberlik iddiasında bulunacak, biri hunhar zalim ortaya çıkacak” diyerek; peygamberlik iddiasıyla tanınan yalancı Muhtar’ı[7] ve en az yüz bin kişiyi öldüren Haccâc-ı Zalimin çıkacağını haber vermiş.
Hem nakl-i sahîh-i kat‘î ile سَتُفْتَحُ الْقُسْطَنْط۪ينِيَّةُ فَنِعْمَ الْاَم۪يرُ اَم۪يرُهَا وَنِعْمَ الْجَيْشُ جَيْشُهَا deyip, İstanbul’un İslâm eliyle fetholacağını ve Hazret-i Sultân Mehmed Fâtih’i, yüksek bir mertebe sâhibi olduğunu haber vermiş, haber verdiği gibi zuhûr etmiş.
Hem sıhhat ve doğruluğu kesin olarak nakledildiğine göre; “Konstantiniyye (İstanbul), mutlaka fethedilecektir. Onun kumandanı ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel ordudur” diyerek İstanbul’un Müslümanlar tarafından fethedileceğini ve Fatih Sultan Mehmed[8] Hazretleri’nin yüksek bir manevi mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. Efendimizin haber verdiği gibi çıkmış.
Hem nakl-i sahîh-i kat‘î ile ferman etmiş ki: اِنَّ الدّ۪ينَ لَوْ كَانَ مَنُوطًا بِالثُّرَيَّا لَنَا لَهُ رِجَالٌ مِنْ اَبْنَٓاءِ فَارِسَ deyip, başta Ebû Hanîfe olarak, İran’ın emsâlsiz bir sûrette yetiştirdiği ulemâ ve evliyâya işaret ediyor, haber veriyor.
Hem sıhhati kesin olarak nakledildiğine göre Efendimiz buyurmuş ki; “Eğer din Ülker yıldızına takılı olsaydı, Fars insanlarından bazı adamlar ona ulaşacaklardı” diyerek başta Ebu Hanife[9] olmak üzere İran’ın tarihte örneğine az rastlanır bir şekilde yetiştirdiği âlimlere ve evliyalara işaret ediyor ve onları haber veriyor.
Hem ferman etmiş ki: عَالِمُ قُرَيْشٍ يَمْلَاُ طِبَاقَ الْاَرْضِ عِلْمًا deyip, İmâm-ı Şâfiî’ye işaret edip, haber veriyor.
Hem yine buyurmuş ki; “Kureyş’in âlimi yeryüzünün tabakalarını ilimle dolduracaktır” diyerek İmam Şafiî’ye[10] işaret edip (geleceğini) haber veriyor.
Hem nakl-i sahîh-i kat‘î ile ferman etmiş ki: سَتَفْتَرِقُ
اُمَّت۪ي ثَلٰثًا وَسَبْع۪ينَ فِرْقَةً اَلنَّاجِيَةُ وَاحِدَةٌ مِنْهَا ق۪يلَ مَنْ هُمْ قَالَ مَٓا اَنَا عَلَيْهِ وَاَصْحَاب deyip, ümmeti yetmiş üç fırkaya inkısâm edeceğini ve içinde fırka-i nâciye-i kâmile ehl-i sünnet ve cemâat olduğunu haber veriyor.
Hem sıhhati ve doğruluğu kesin olarak nakledildiğine göre, Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuş ki; “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onlardan bir danesi kurtulacak olandır.” “Onlar kimdir” denildi. Buyurdu ki, “Ben ve ashabımın üzerinde olduğum şeye (tabi olanlar)dır” diyerek ümmetinin 73 fırkaya[11] (akıma) ayrılacağını ve bu fırkaların içinde en mükemmel olan ve insanı kurtuluşa götüren fırkanın “ehl-i sünnet ve’l cemaat”[12] fırkası olduğunu haber veriyor.
Hem ferman etmiş ki: اَلْقَدَرِيَّةُ مَجُوسُ هٰذِهِ الْاُمَّةِ deyip, çok şu‘belere inkısâm eden ve kaderi inkâr eden ‘Kaderiye’ tâifesini haber vermiş.
Hem buyurmuş ki, “Kaderiye[13] (fırkası) bu ümmetin Mecusîleridir” diyerek çok bölümlere, kısımlara ayrılan ve kaderi inkâr eden kaderiye tayfasının çıkacağını haber vermiş.
Hem çok şu‘belere inkısâm eden ‘Râfızîleri’ haber vermiş.
Hem çok kısımlara ayrılan Rafizîlerin[14] çıkacağını haber vermiş.
Hem nakl-i sahîh ile İmâm-ı Alî’ye (ra) demiş: “Sende Hazret-i Îsâ (as) gibi iki kısım insan helâkete gider. Birisi ifrât-ı muhabbet, diğeri ifrât-ı adâvet ile.
Hem sıhhati kesin olarak nakledildiğine göre, Hz. Ali’ye şöyle demiş: “Hz. İsa[15] (as) gibi (sana olan yaklaşımları sebebiyle) iki kısım insan; bir kısmı sana olan aşırı muhabbetlerinden ve diğer kısmı ise aşırı düşmanlıklarından dolayı helâkete uğrayacaklar."
Hazret-i Îsâ’ya, Nasrânî, muhabbetinden hadd-i meşrû‘dan tecâvüz ile, hâşâ ‘İbnullâh’ dediler. Yahûdî, adâvetinden çok tecâvüz ettiler. Nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler.
Hz. İsa’ya Nasranî[16] (Hristiyanlar) meşru seviyedeki sevgiden saparak İsa (as)’a (haşa!) ‘Allah’ın oğlu’ dediler. (Böylece onların İsa (as)’a olan muhabbetleri onları kurtaramadı) Yahudiler ise (Allah’ın bir peygamberine) düşmanlık ettiklerinden haddi aştılar. Öyle ki bu düşmanlık sebebiyle İsa (as)’ın peygamberliğini ve yüksek kemâlâtını inkâr ettiler. (Böylece “(Allah’ın) peygamberlerinden hiçbirinin arasında ayırım yapmayız”[17] kaidesini çiğnedikleri için imanlarını kaybettiler.)
Senin hakkında da bir kısım, hadd-i meşrû‘dan tecâvüz edecek, muhabbetten helâkete gidecektir.” لَهُمْ نَبْزٌ يُقَالُ لَهُمُ الرَّافِضَةُ demiş.
(Ya Ali!) senin hakkında da bir kısım insanlar meşru hududu çiğneyip sana olan aşırı muhabbet sebebiyle manevi bir mahvoluşa gidecekler. “Onların bir lakabı vardır ki, onlara Rafizî denir” demiş.
“Bir kısmı, senin adâvetinden çok ileri gidecekler. Onlar da Havâric'dir. Ve Emevîlerin müfrit bir kısım tarafdârlarıdır ki, onlara ‘Nâsibe’ denilir.”[18]
Bir kısım insanlar sana olan düşmanlıkları sebebiyle çok ileri gidecekler. Onlar ise Hariciler ve Emevîlerin bir kısım aşırı taraftarlarıdır ki, onlara ‘Nasibe’[19] denilir.
[1] Hz. Fatıma, Hz. Muhammed’in Hz. Hatice’den doğan en küçük çocuğudur. 609 yılında Mekke’de doğdu. 624 yılında 15 yaşında iken Hz. Ali ile evlendi. Bu evlilikten Hasan ve Hüseyin adında iki oğlu oldu. Peygamber Efendimizin bütün çocukları kendinden önce vefat etmiş olmasına karşın yalnız Hz. Fatıma ondan sonraya kalmış, o da Efendimizden altı ay sonra vefat etmiştir. Efendimizin kızlarından sadece onun çocuğu olmuş ve Ehl-i Beyt ondan türemiştir.
[2] Ebu Zerr-i Gıffarî, yağmacılıkla tanınan Gıfar kabilesine mensuptur. İslam’ı 4. Veya 5. Sırada kabul etmiştir. Efendimizin emriyle kabilesini İslam’a davet etti ve kabilesinin yarısının İslam’a girmesine vesile oldu. Hz. Peygamber son hastalığında onu yanına çağırtıp kucaklamıştır. Kudüs ve Mısır’ın fethinde bulundu. Anadolu seferlerine ve Kıbrıs’ın fethine katıldı. Suriye valisi Muaviye’nin onun konuşmalarından rahatsız olması üzerine önce Medine’ye çağrıldı. Ardından Rebeze köyüne sürgün edildi. Tek başına yaşayıp, tek başına orada vefat etti.
[3] Enes bin Mâlik, Hicretten on yıl önce 612 yılında Medine’de doğdu. Peygamberimize on yıl sadakatle hizmet etti. Tam bir diplomat ve hadis allâmesi olarak yetişti. İşte bu sebepledir ki, en çok hadis rivayet eden sahabenin ikincisi odur. Yaşının küçüklüğü sebebiyle ilk gazalara alınmadı. Hudeybiye’den itibaren bütün gaza ve seferlerde bulundu. Basra fethedilince İslam’ı öğretmek ve namaz kıldırmak için buraya gönderildi. En geç vefat eden sahabe odur. Ondan sonra yeryüzünde sahabe kalmadı. 103 yaşında Basra’da vefat etti.
[4] Ümmü Haram, Türkler arasında ‘hala sultan’ olarak bilinir. Enes bin Malik’in öz teyzesi, Efendimizin süt teyzesidir. Bu sebeple Efendimiz (asm) zaman zaman onun evine gider öğle sıcaklarında istirahat ederdi. Bu dinlenmelerin birinde Efendimizin Kıbrıs’ın fethini rüyasında görmesi üzerine o fetihte bulunmak için dua istedi. Yaralılara hizmet maksadıyla savaşlarda bulundu. Eşiyle beraber İslam fetihlerine iştirak etti. Kıbrıs’ın fethinde attan düşerek şehid oldu. Türbesi günümüzde Güney Kıbrıs sınırları içindedir.
[5] Ubâde İbn-i Sâmit, 586 yılında Medine’de doğdu. Ensar’dandır. Birinci Akabe biâtında Müslüman oldu. Enes bin Malik’in teyzesi Ümmü Haram ile evlendi. Efendimizle beraber bütün savaşlarda yer aldı. Kur’ân’ın tamamını ezberleyen beş Medineli sahabeden biridir. Suriye’de İslam’ı öğretmek için gönderilen üç seçkin sahabeden biridir. Kudüs’te kadılık yaptı. Humus valiliği yaptı. 654 yılında Kudüs’te vefat edip Remle’ye defnedildi.
[6] Sakif kabilesi, Semûd kavminden geri kalanlar olduklarına dair rivayetler vardır. Taif şehrinde yaşayan, tarım, hayvancılık ve el sanatlarında mahir bir kabileydi. İslam’a karşı Mekke’de Kureyş kabilesinin gösterdiği şiddetin bir benzerini onlar da Taif’te göstermişlerdir. Efendimizi taşa tutanlar Sakif kabilesiydi. Uhud ve Hendek savaşlarında müşrik saflarında Medine’ye saldıran kabilelerden biri de Sakif kabilesiydi. Huneyn savaşında da İslam’a karşı saf tuttular. Hz. Ömer zamanından itibaren özellikle askerlik hizmetlerinde İslam’a hizmet ettiler.
[7] Muhtar es-Sakafî, 622 yılında Taif’te doğdu. Medâin valisi olan amcasının terbiyesinde yetişti. Tutuklanıp yeraltı zindanına atılan muhtar bir süre sonra kız kardeşinin kocası olan Abdullah bin Ömer tarafından hapisten kurtarıldı. Beş yıl Mekke’de kalan Muhtar küfeye dönünce tekrar tutuklandı. 685 yılında hapisten çıkınca isyan başlattı. Birkaç şehrin belli bir müddet zarfında idaresine hâkim oldu. Başta Hz. Ali’nin oğullarından Muhammed Hanefiye adına olmak üzere birçok kişi adına yalan haberler yaymakla tanındı. Aldatmakla iş gördü. İleri safhada peygamberlik iddiasında bulundu. Aşırıya kaçan sapkın yaklaşımları nedeniyle öldürüldü.
[8] 2. Mehmed, 1432 tarihinde dönemin Osmanlı başkenti olan Edirne’de doğdu. 1444 ila 1446 yıllarında kısa bir dönem ve ardından 1451 yılından 1481 yılına kadar padişahlık yaptı. Osmanlı devletinin 7. Sultanıdır. Henüz 11 yaşında Manisa sancakbeyi oldu. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, felsefe, tarih, geometri ve matematik alanlarında fevkalâde dereceye yetişti. 1453 tarihinde henüz 21 yaşında iken İstanbul’u fethederek Efendimizin müjde ve övgüsüne mazhar oldu. Çağ açıp çağ kapattığı gibi doğu Roma imparatorluğunu tarihten sildi. Trabzon merkezli Pontus Rum devletini ortadan kaldırdı. Karamanoğlu ihtilafına son verdi. Balkanlarda birliği sağladı. Bütün tarihçilerin ittifakıyla Osmanlının en büyük ve en dahi padişahıdır.
[9] İmam-ı Azam Ebu Hanife, asıl adı Numan bin Sabit’tir. Fars kökenlidir. 699 yılında Kûfe’de doğdu. Çocuk denecek yaşta Kur’ân’ı ezberledi. İlim meclislerine devam etti. Enes bin Malik gibi bazı sahâbelerden ders aldı. Bu sebeple tabiindendir. Yüksek derecede bir Arapça eğitimi aldı. Kelam, tefsir, hadis, fıkıh, iman, itikat ve münazara ilimleri başta olmak üzere dönemin İslam ilimlerini tahsil etti. Neredeyse her yıl düzenli olarak yaptığı hac yolculukları sırasında birçok alimden ders almak ve ilim meclisinde bulunmak nasip oldu. 18 yıl kesintisiz olarak Hammad bin Süleyman’dan fıkıh dersi aldı. Tasavvuf eğitimini Muhammed Bakır’dan ve daha sonra onun oğlu Cafer-i Sadık’tan aldı. İslamın en büyük ve hak mezhebi olan Hanefî mezhebinin kurucusu ve önderidir. Hiçbir resmi görev almamış hayatını sırf ilimle meşgul olarak geçirmiştir. 767 yılında Bağdat’ta zehirlenmek suretiyle vefat etti.
[10] İmam-ı Şafii, 767 yılında Gazze’de doğdu. 7 yaşında Kur’ân’ı ezberledi. 12 yaşında babadan yetim kaldı. Annesiyle beraber Mekke’ye göçtü. 13 yaşında Kâbe’nin civarında Kur’ân öğretmeye başladı. Yokluk içinde büyüdü. Ödünç aldığı İmam Malik’in Muvattâ adlı hadis kitabını ezberledi. Ardından talebesi olmak için 20 yaşında Medine’ye gitti. İmam Malik, keskin yeteneğini fark edince onunla bizzat ilgilendi. İmam Malik vefat edince yemen gitti. Ardından bir iftiraya uğrayınca Irak’ta zorunlu ikamete tabii tutuldu. Burada iken İmam-ı Azamın talebeleriyle tanışıp müzakereler yaptı. 814 yılında Mısır’a gitti. 820 yılında vefatına kadar burada kaldı. İslam’ın en büyük ve hak dört mezhebinden Şafii mezhebinin imamıdır.
[11] 73 Fırka, İslam dininin mensupları arasında cereyan eden farklı fıkıh ve itikat mezheplerine verilen genel addır. Bu fırkaların başlıcaları, "Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat, Haricîler, Şialar, Mutezile, Cebriye, Mürcie, Rafizîler, Kaderilerdir." 73’e ayrılan fırkaların rakamı noktasında değişik tasnifte bulunanlar olduğu gibi bu rakamın kesretten kinaye olarak kullanıldığına itikat edenle de vardır.
[12] Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemâat, İslam’ın en büyük, en kalabalık, en çok tabiîsi bulunan, Efendimizin sünnetini ve sahabenin bütününü birden takip etmeyi esas alan günümüzde dört hak mezhebin (Hanefî, Şafiî, Mâlikî, Hanbelî) tabiîleri için kullanılan ortak unvan. Ehl-i sünnet her daim orta yolu tercih eder. Aşırıya gitmekten kaçınır. Sahâbelerin hepsine birden büyük bir sevgi ve hürmet duyar. Üzerinde açık küfür alameti olmayan hiç kimseyi küfürle itham etmez. Adet itibariyle bir tek olmakla beraber İslam’ın her devirde ana omurgasını teşkil eder.
[13] Kaderiye, İmanın altı esasından “kadere iman noktasında” sapıtan, Allah’ın ezeli ilmiyle olan kader programını inkar eden, insanın irade ve kudret sahibi olduğunu, insanların (Allah'ın hiçbir müdahalesi olmaksızın) fiillerini bizzat kendi güç ve iradesiyle meydana getirdiği inancına sahip olanlar. İlk olarak miladi 8. Asırda ortaya çıktı. Daha sonraları pek çok şubelere ayrıldılar.
[14] Rafizîler, sözlükte, terk etmek, bırakmak, ayrılmak anlamına gelir. Başlangıçta hilafetin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu iddia edip İslam toplumundan ayrılan, ardından başta Hz. Ebu Bekir olmak üzere ilk üç halifeye hürmetten ayrılan, Müslümanların çoğunluk cemaatinden her vesileyle ayrı düşünen ve ayrılığa düşen Şia fırkaları için kullanılan genel tabirdir.
[15] İsa İbn-i Meryem, Kur’ân’da adı çokça geçen, kendisine kitap verilen dört peygamberden biridir. Annesi Hz. Meryem Kur’ân’ın beyanıyla dünyada yaşamış en seçkin ve iffetli hanımlardan biridir. İsa (as), Allah’ın fevkalade bir icraatıyla babasız olarak doğdu. Doğduğu yıl miladî takvimin başlangıç senesi yani sıfır yılı kabul edildi. Anne kucağında kundakta iken mucize eseri konuştu. 30 yaşında kendisine peygamberlik verildi ve kendisine kutsal kitapların üçüncüsü olan İncil-i Şerif indirildi. Üç yıl peygamberlik yaptı. Özellikle tıp alanında ölüleri diriltmek ve alaca hastalara şifa gibi pek büyük mucizeler gösterdi. Kısa zamanda bu denli mucizeler göstermesi ve Roma’nın putperest toplum yapısının etkisiyle zamanla tevhitten saparak İsa (as)’a aşırı muhabbetten birçok Hristiyan Onun için (haşa!) Allah’ın oğlu dediler. Yahudiler ise taassuplarından ve hasetlerinden Ona düşman oldular. Hz. Meryem’e iftira edip İsa (as)’ın peygamberliğini inkâr ettiler. İsa (as)’ı idam ettirmek istediler. Fakat Allah, ona ihanet eden havariyi sûreten İsa (as)’a benzetti ve İsa (as) zannedilerek idam edildi. İsa (as) ise Rabbimizin kudretiyle göğe kaldırıldı.
(İsa (as)’ın gökteki hayat tarzıyla ilgili Mektubât eserinde 1. Mektuba bakınız.)
[16] Nasranî, İsa (as) Şam yakınlarında Nasıra adında bir köyde doğduğu için doğduğu köye nispetle onun dinine tabi olanlara (Nâsırâ’lı İsa’ya tabi olanlar anlamında) Nasranî de denilir.
[17] El-Bakara 2/285
[18] Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 240-41
[19] Nasibe, sözlükte “kin ve düşmanlık besleyenler” anlamına gelir. Başta Hz. Ali olmak üzere Ehl-i Beyt ve taraftarlarına düşmanlığı meslek edinen; özellikle de Emevîlerin aşırıya gidenleri ve Haricîler için kullanılan tabirdir.