İkinci Meselenin İzahı:
“Risâle-i Nûr’dan Gençlik Rehberi’nin güzelce îzâh ettiği gibi, ölüm o kadar kat‘î ve zâhirdir ki, bugünün gecesi; ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek! Bu hapishâne nasıl ki, mütemâdiyen girenler ve çıkanlar için muvakkat bir misafirhânedir. Öyle de zemin yüzü dahi, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır.”[1]
Yani ölüm o kadar açıktır ki; günün geceye dönmesi ve yazdan sonra kışın gelmesi kadar kesindir. Nasıl ki bir hapishaneye girenler ve çıkanlar vardır. Hiç kimse orada kalıcı değil, hepsi gelip geçicidir. Aynen öyle de yeryüzü de insanlar için bir misafirhanedir, her gelen gider. Zira ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:
Her nefis ölümü tadıcıdır.[2]
Aynı şekilde bir hadis-i şerifte de bize şöyle buyurulmaktadır:
Dünyada tıpkı bir garip hatta bir yolcu gibi davran![3]
“Herbir şehri yüz def‘a mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyâde bizden bir istediği var. İşte bu dehşetli hakîkatin muammâsını Risâle-i Nûr hall ve keşfetmiş. Bir kısacık hulâsası şudur: Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor, elbette bu ecel cellâdının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve her şeyin fevkınde bir endişesi, bir mes’elesidir. Evet çaresi var! Ve Risâle-i Nûr Kur’ân’ın sırrıyla, o çareyi iki kerre iki dört eder derecesinde kat‘î isbat etmiş. Kısacık hulâsası şudur ki:”[4]
Asırlardır dünya üzerindeki her bir şehrin kendi içinde bulunan ahalisinden kat kat fazlası mezarlıklarda bulunmaktadır. Zira ölüm hakikati değişmiyor, bitmiyor. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır:
Artık ecelleri geldiği zaman, ne bir saat (bir an) geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.[5]
Bu da bize gösteriyor ki ölüm hakikati sadece hayatı içine alan dipsiz bir kuyu değildir. Hiç şüphesiz sonraki hayata açılan bir kapıdır. Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur, ölümün hakikatini ve ölümden sonraki hayatı kat’i bir şekilde ispat etmiştir.
“Ölüm, ya i‘dâm-ı ebedîdir. Hem o insanı hem bütün ahbâbını ve akāribini asacak bir darağacıdır. Veyahud başka bir bâkî âleme gitmek ve îmân vesîkasıyla saadet sarayına girmek için bir terhîs tezkeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferid ve dipsiz bir kuyudur. Veyahud bu zindân-ı dünyâdan, bâkî ve nûrânî bir ziyafetgâha ve bâğistana açılan bir kapıdır.”[6]
Bu dünya misafirhanesine gelen insanlar ölümü bu iki şekilde görmektedirler. Ya ebedi yokluk ve bütün sevdiklerinden ayrılıktır. Veya iman ile bakıldığında ölüm, ebedi bir âleme giden yolun ilk basamağıdır ve bu dünya hayatında imtihanla yorulan insan için bir terhis tezkeresidir.
“Bu hakîkati, Gençlik Rehberi bir temsîl ile isbat etmiş. Meselâ, bu hapsin bahçesinde asmak için darağaçları konulmuş. Ve onların dayandıkları duvarın arkasında, gayet büyük ve umum dünya iştirâk etmiş bir piyango dâiresi kurulmuş. Biz bu hapisteki beş yüz kişi, her halde hiç müstesnâsı yok ve kurtulmak mümkün değil, bizi birer birer o meydana çağıracaklar. Ya “Gel, i‘dâm i‘lânını al, darağacına çık!” Veya “Dâimî haps-i münferid pusulasını tut, bu açık kapıya gir. Veyahud “Sana müjde! Milyonlar altın bileti sana çıkmış gel, al diye her tarafta i‘lânâtlar yapılıyor. Biz de gözümüzle görüyoruz ki, birbiri arkasında o darağaçlarına çıkıyorlar. Bir kısmının asıldıklarını müşâhede ediyoruz. Bir kısmı da darağaçlarını basamak yapıp o duvarın arkasındaki piyango dâiresine girdiklerini ve orada büyük ve ciddî me’murların kat‘î haberleriyle görür gibi bildiğimiz bir sırada, bu hapishânemize iki hey’et girdi.”[7]
Önceki kısımda anlatılan iki yolu üstad Bediüzzaman Hazretleri, Gençlik Rehberi'nde bir temsil ile akla yaklaştırmaktadır. Özetleyecek olursak; bir hapishanede bulunan herkesin istisnasız olarak dar ağacına gittiği görülüyor. O mahkumların bir kısmı idam ediliyor, bir kısmı başka bir hücre hapsine alınıyor. Bir kısmı da o dar ağacını bir basamak yaparak çok daha güzel bir yere geçiş yaparak büyük ikramlar görüyor. Bu sırada iki heyet o hapishaneye giriyor.
“Bir kafile, ellerinde çalgılar, şarablar, zâhirde gayet tatlı helvalar, baklavalar bizlere yedirmeye çalıştılar. Fakat o tatlılar zehirlidirler. İnsî şeytanlar, içlerine zehir atmışlar. İkinci cemâat ve hey’et, ellerinde terbiyenâmeler ve helâl yemekler ve mübârek şerbetler var. Bizlere hediye veriyorlar. Ve bil’ittifâk beraber, pek ciddi ve kat‘î diyorlar ki: “Eğer o evvelki hey’etin sizi tecrübe için verdiği hediyelerini alsanız yeseniz, bu gözümüz önündeki şu darağaçlarında başka gördükleriniz gibi asılacaksınız. Eğer bizim bu memleket Hâkiminin fermanıyla getirdiğimiz hediyeleri evvelkinin yerine kabûl edip; ve terbiyenâmelerdeki duâları ve evrâdları okusanız, o asılmaktan kurtulacaksınız. O piyango dâiresinde ihsân-ı şâhâne olarak herbiriniz milyon altın biletini alacağınıza görür gibi ve gündüz gibi inanınız. Eğer o haram ve şübheli ve zehirli tatlıları yeseniz, asılmaya gittiğiniz zamana kadar dahi o zehirlerin sancısını çekeceğinizi, bu fermanlar ve bizler, müttefikan sizlere kat‘î haber veriyoruz” diyorlar.”[8]
Hikâyenin devamında; hapishaneye gelen iki heyetin birincisi ellerinde gayri meşru zehirlerle geliyor. Bu ilk heyetin verdiklerini alanlar ve söylediklerini yapanlar ya asılıyor ya müebbet hücre hapsine alınıyor. Fakat o hapishane hâkimi tarafından gönderilen ikinci heyeti dinleyip helal hediyeleri alarak güzel zikirleri okuyanlar, o dar ağacını bir basamak yaparak çok güzel bir daireye geçiyorlar ve çok güzel ikramlara mazhar oluyorlar. Eğer bu ikinci heyetin değil de ilk heyetin dediklerine uyarlarsa, o yedikleri zehirli şeylerin acısını çekecekleri sadık muhbirler tarafından haber veriliyor.
“İşte bu temsîl gibi, her vakit gördüğümüz ecel darağacının arkasında mukadderât-ı beşer piyangosundan ehl-i îmân ve ehl-i tâat için hüsn-ü hâtime şartıyla, ebedî ve tükenmez bir hazinenin bileti çıkacağını yüzde yüz ihtimâl ile haber veren; ve sefâhet ve haram ve i‘tikādsızlık ve fıskta devam edenler, tevbe etmemek şartıyla ya i‘dâm-ı ebedî -âhirete inanmayanlara- veya dâimî ve karanlık haps-i münferid -bekā-yı rûha inanan ve sefâhette gidenlere- ve şekāvet-i ebediye i‘lâmını alacaklarını, yüzde doksan dokuz ihtimâl ile kat‘î haber veren, başta ellerinde nişâne-i tasdîk olan hadsiz mu‘cizeler bulunan yüz yirmi dört bin peygamberler; ve onların verdikleri haberlerin izlerini ve sinemada gibi gölgelerini, keşifle ve zevkle görüp tasdîk ederek imza basan yüz yirmi dört milyondan ziyâde evliyâlar قَدَّسَ اللّٰهُ اَسْرَارَهُمْ; ve o iki kısım meşâhîr-i insaniyenin haberlerini, aklen kat‘î burhânlarla ve kuvvetli huccetlerle fikren ve müttefikan yakînî bir sûrette isbat ederek tasdîk edip imza basan milyarlar gelip geçen muhakkikler, (Hâşiye) müctehidler ve sıddîkînler; bil’icmâ‘ mütevâtiren nev‘-i insanın güneşleri, kamerleri, yıldızları olan bu üç cemâat-i azîme ve bu üç tâife-i ehl-i hakîkat ve beşerin kudsî kumandanları olan bu üç büyük âlî hey’etlerin fermanlar ile verdikleri haberleri dinlemeyen; ve saadet-i ebediyeye giden ve onların gösterdikleri yol olan sırât-ı müstakîmde gitmeyenler, yüzde doksan dokuz dehşetli tehlike ihtimâlini nazara almayan; ve bir tek muhbirin, bir yolda “Tehlike var!” demesiyle o yolu bırakan, başka uzun yolda hareket eden bir adamın, elbette ve elbette vaz‘iyeti şudur ki: İki yolun, hadsiz muhbirlerin kat‘î ihbârlarıyla, en kısa ve kolayını ve yüzde yüz cennet ve saadet-i ebediyeyi kazandıranını bırakıp en dağdağalı ve uzun ve sıkıntılı ve yüzde doksan dokuz cehennem hapsini ve şekāvet-i dâimeyi netice veren yolunu ihtiyâr ettiği halde, dünyada bu iki yolun bir tek muhbirin, yalan olabilir haberiyle, yüzde bir ihtimâl-i tehlike ve bir ay hapis imkânı bulunan kısa yolu bırakıp, menfaatsiz, yalnız zararsız olduğu için uzun yolu ihtiyâr eden bedbaht sarhoş dîvâneler gibi, dehşetli ve uzakta görünen ve ona musallat olan ejderhalara ehemmiyet vermez. Sineklerle uğraşır, yalnız onlara ehemmiyet verir derecede aklını, kalbini, ruhunu, insaniyetini kaybetmiş olur.”[9]
Yani, temsilde olduğu gibi hakikatte de insanın eceli her vakit gelebilir. İnsan öldükten sonra inancına ve amellerine göre bir muamele göreceğine bütün sadık muhbirler haber vermişler. Bir yalancı adamın dahi “bu yol tehlikelidir” sözüyle o yoldan gidecek olanlar tereddüte düşebildiği halde, bunca sadık ve insanlığa rehber olmuş zatların verdiği haberlerde hiç tereddüt edilir mi? Zira bu sadık haberciler, başta peygamberler, âlimler ve evliyalardan oluşan nurani bir cemaati oluşturan zatlardır. Bu zatların haber vermeleriyle bilinir ki; inanmayanlar için ahiret hayatı ebedi bir yokluk azabını onlara tattıracak derecede büyük bir azap yeridir. İnandığı halde amel etmeyenler için ise bütün sevdiklerinden uzak bir hapis benzeri bir ceza yeridir. İnanan ve inandığı gibi amel edenler için ise ölüm ebedi bir saadetin giriş kapısı ve ahiret hayatı bir saadet yurdudur.
“Madem hakîkat-i hâl budur. Biz mahbûslar, bu hapis musibetinden intikamımızı tam almak için o mübârek ikinci hey’etin hediyelerini kabûl etmeliyiz. Yani nasıl ki bir dakika intikam lezzeti ve birkaç dakika veya bir iki saat sefâhet lezzetleriyle bu musibet bizi on beş sene veya beş on sene veya iki üç sene hapse soktu. Dünyamızı bize zindan eyledi. Biz dahi bu musibetin rağmine ve inâdına bir iki saat müddet-i hapsi, bir iki gün ibâdete; ve iki üç sene cezâmızı, mübârek kafilenin hediyeleriyle yirmi otuz sene bâkî bir ömre; ve on veya yirmi sene hapiste cezâmızı, milyonlar sene cehennem hapsinden affımıza vesîle edip fânî dünyamızın ağlamasına mukābil, bâkî hayatımızı güldürerek bu musibetten tam intikamımızı almalıyız. Hapishâneyi terbiyehâne gösterip, vatanımıza ve milletimize birer terbiyeli, emniyetli, menfaatli adam olmaya çalışmalıyız. Ve hapishâne me’murları ve müdürleri ve müdebbirleri dahi, cânî ve eşkiyâ ve serseri ve kātil ve sefâhetçi ve vatana muzır zannettikleri adamları, bir mübârek dershânede çalışan talebeler görsünler ve müftehirâne Allah’a şükretsinler.”[10]
Yukarıda anlatılan hakikat gösterir ki, hapis gibi musibetler ıslaha vesiledir. Zira iman gözüyle bakan bir mümin, her türlü sıkıntıyı manevî bir iltifat ve günahlarından arınma fırsatı olarak görür. Zira ayette şöyle buyurulmaktadır:
Sabredenlere mükâfatları hesapsız olarak verilecektir.[11]
Bu zor vakitlerde, namaz gibi ibadetlerin bir saati bir gün ibadet sevabını kazandırabilir. Böylece dünya da maruz kalınan bu musibetler ahiret cihetinde büyük hayra vesile olduğundan, musibet zedelerin intikamı o musibetten en güzel bir surette alınmış olur. Hem hadisin de ifadesiyle sıkıntı ve hastalıklar, günahlara kefarettir.
Müminin başına gelen yorgunluk, hastalık, üzüntü, sıkıntı, hatta ayağına batan bir diken bile günahlarına kefarettir.[12]
Hem de mahkumların ıslahına vesile olmasından dolayı, hapishane âmirleri ve memurlarının da o mahkumların bu halinden ve iman derslerinden memnun olmaları gerekmektedir.
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 193.
[2] Âl-i İmrân sûresi, 3/185.
[3] Buhârî, Rikak 3.
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 193.
[5] Nahl sûresi, 16/61.
[6] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 194.
[7] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 194.
[8] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 194.
[9] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 194-195.
[10] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 193-196.
[11] Zümer, 39/10
[12] Buhârî, Merdâ 1; Müslim, Birr 49

