Soru

"On dördüncüsü: Üç Mustafa’nın küçücük üç tokat yemeleridir." Üç Mustafa Kimdir? Nasıl Bir Şefkat Tokadı yemişlerdir?

"Ondördüncüsü: Üç Mustafa’nın küçücük üç tokat yemeleridir." 10. Lema'nın 14. Tokadını izah eder misiniz? Bahsi geçen üç Mustafa kimlerdir? Bu tokattan çıkartılacak hisseler nelerdir? Hazret-i Üstad'ın bu zatlar hakkında beyanları nasıldır?

Tarih: 18.02.2025 03:19:10

Cevap

Ondördüncüsü: Üç Mustafa’nın küçücük üç tokat yemeleridir. 

Burada bahsedilen kişiler; Mustafa Çavuş, Sarıbıçak Mustafa ve Hafız Mustafa ağabeylerimizdir. Bu ağabeylerimiz hakkında Bediüzzaman Hazretlerinin nazarını gösteren lahikalara girmiş bazı ifadelerine de aşağıda yer vereceğiz.

Bunlardan birincisi, Mustafa Çavuş’tur.

Mustafa Çavuş

Mustafa Çavuş, l882 tarihinde dünyaya gelmiş, 2 Şubat l939'da vefat etmiştir. Elli yedi yaşında vefat eden bu zâtın esas ismi Hulusî Mustafa'dır. Hayatının on sekiz senesi askerlikle geçmiştir. Trakya, Çanakkale ve İstanbul'da asker olarak bulunmuştur. İstiklâl Harbinde ve çanakkale müdafaasında bulunmuştur. Kumkale'de top çavuşu olarak vazife yapmıştır.

“Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Onu dininde, dünyasında muvaffakiyetli görüyordum. Sebebini bilmiyordum. Sonra anladım ki, o muvaffakıyetinin sebebi, o zât ihtiyâr peder ve vâlidelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riâyet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşâallâh âhiretini de ta‘mîr etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli.[1]

Bu zât sekiz senedir, bizim hususî küçük câmiye[2] bakıyordu. Hem sobasına hem gazyağına hem kibritine kadar hizmet ediyordu. Hatta gazyağını ve kibritini sekiz senedir kendi kesesinden sarf ettiğini, sonradan öğrendik. Cemaate, hususan cum‘a gecelerinde gayet zarûrî bir iş olmayınca geri kalmıyordu.

“Sadâkatçe Süleyman’dan geri kalmayan Mustafa Çavuş” [3]ifadeleriyle Hz. Üstad’ın taltif buyurduğu bu zat,

“Ben hem garib, hem misafirim. Benim istirâhatimi te’mîn etmek bu köyün[4] borcu idi. Bu köy nâmına Cenâb-ı Hakk onu ve Mustafa Çavuş’u ve Muhâcir Hâfız Ahmed’i ve Abdullâh Çavuş’u bana ihsân eyledi. Ben de Cenâb-ı Hakk’a şükrediyorum. Bunlar, bana yüzer dost kadar kıymetdar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler.” [5] beyanlarında da gördüğümüz üzere Bediüzzaman Üstadımızın ziyade değer verdiği Barla’daki talebelerindendi.

"Sonra ehl-i dünyâ onun safvet-i kalbinden istifâde ederek demişler: “Sözler’in bir kâtibi olan Hâfız’ın sarığına ilişecekler. Hem gizli okunan ezan, muvakkaten terk edilsin. Sen kâtibe söyle, cebir görmeden evvel sarığını çıkarsın.”

Barla’da iken muhtar, Mustafa Çavuş ağabeyin safi kalbinden istifade ile ona, Şamlı Hafız Tevfik ağabeye “sarığını çıkarmasını, aksi halde zorla çıkarılacağını” söyle demiş. Ayrıca “ezanın Arapça okunmasının da geçici olarak bırakılmasını” söyle demiştir. Ezanın Arapça okunması yasak olmasına[6] rağmen Barla’da bulunan bu hususi mescidde ezan gizli olarak Arapça okunuyordu.

"O bilmiyordu ki; hizmet-i Kur’âniye’de bulunan birisinin sarığını çıkarmaya dâir sözü teblîğ etmek, Mustafa Çavuş gibi yüksek ruhlulara pek ağırdır. O da onların sözlerini teblîğ etmiş."

Sarığı çıkarmak değil çıkarılmasını tebliğ etmek dahi yüksek ruhlu olmasından Mustafa Çavuş ağabeye çok ağır gelmiştir.

"O gece ben rüyamda görüyordum ki; Mustafa Çavuş elleri kirli olduğu halde, kaymakamın arkasında olarak odama geldi. İkinci gün ona dedim: “Mustafa Çavuş! Sen bugün kimin ile görüştün? Seni ellerin mülevves bir sûrette kaymakamın arkasında gördüm.” O dedi: “Eyvâh! Bana böyle bir sözü muhtar söyledi; ‘Kâtibe söyle’ diye. Ben de arkasında ne olduğunu bilmedim.”

Hemen o gece Hazret-i Üstad’a rüyasında bu durum gösterilmiş. Ertesi gün Üstadımız, Mustafa Çavuş ağabeye rüyasını anlatınca, Mustafa Çavuş ağabey derhal hatasını anlamış ve itiraf etmiş.

"Hem aynı günde bir okkaya yakın gazyağını Mustafa Çavuş câmiye getirmiş. O gün hiç vukū‘ bulmayan bir hâdise olmuş; câminin kapısı açık kalmış, bir keçi yavrusu içeriye girmiş, büyük bir adam gelmiş, keçi yavrusunun seccademe yakın bıraktığı müzahrafâtı yıkamak için, ibrikteki gazyağını su zannetmiş, bütün o gazyağını temizlik yapıyorum diye, câminin her tarafına serpmiş. Acâibdendir ki; hiç kokusunu duymamış. Demek o mescid, lisân-ı hâl ile Mustafa Çavuş’a diyor: “Senin gazyağın bize lâzım değil! Ettiğin hatâdan dolayı gazyağını kabûl etmedim” diye işaret için o adama gaz yağının kokusu işittirilmemiş."

Mustafa Çavuş ağabeyin ilk yediği tokat, kendi kesesinden sarf ederek mescid için aldığı gaz yağı, bir keçi yavrusunun kirini temizlemek için zayi olmasıdır.

Hatta o hafta içindeki cum‘a gecesinde ve birkaç mühim namazda, o kadar çalıştığı halde cemâate yetişemiyordu.

Mustafa Çavuş ağabeyin ikinci yediği tokat ise Cuma geceleri başta olmak üzere bazı mühim namazlara, çaba sarf etmesine rağmen bir türlü yetişememesiydi.

Sonra ciddî bir nedâmet ve istiğfâr ettikten sonra safvet-i asliyesini buldu.

Doğrudan doğruya hatasını itiraf ve tam bir pişmanlık ile eski safiliğine tekrar dönmüş oldu.

KISSADAN HİSSE:

Bu kıssada şefkat tokadına sebeb olan kusur; ehl-i dünyanın verdiği evhamla/kuruntuyla, hizmette bulunan birisinden mühim bir sünneti geçici de olsa terk etmesini istemektir.

İkincisi: İki Mustafalardır. Kuleönü’ndeki kıymetdar, çalışkan mühim bir talebem olan Mustafa ile, onun çok sâdık ve fedâkâr arkadaşı Hâfız Mustafa’dır.

Sarıbıçak Mustafa

1902 senesinde Isparta’nın Kuleönü Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Sallabacak olan lâkabının Bediüzzaman tarafından, Sarıbıçak olarak değiştirilmesi üzerine Nur Talebeleri arasında Sarıbıçak Mustafa olarak bilinirdi. Soyadı kanunundan sonra soyadı Çelik olarak değişti. Risalele-i Nur’un yazarak neşredilmesinde kıymetdâr hizmetleri olmuştur. Büyük Mustafa, Üstad’ın "Mübarekler Heyeti" namını verdiği Kuleönü talebelerinin ilkidir. Büyük Ruhlu Küçük Ali’nin de ağabeyidir. 1928 yılında yeğeni Abdurrahman’ın vefatı üzerine büyük bir üzüntü içinde olan Bediüzzaman’ı aynı günlerde Barla’da ziyaret ederek Üstad Bediüzzaman ve risalelerinin köylerinde tanınmasına vesile olmuş, ardından pek çok Nur Talebesi’nin gireceği bir kapıyı bu ziyaretiyle açmıştır. Hazret-i Üstad 26. Lem’ada bahsi geçen ziyareti şöyle anlatır:

“Ben o hüzüngâhım olan dereden ve o hüzün-engiz haletten Barla’ya döndüm. Baktım ki, Kuleönülü Mustafa namında bir genç, benden ilmihâle ait abdest ve namaza dair birkaç mes’eleyi sormak için gelmiş. O vakit misafirleri kabul etmediğim halde, onun ruhundaki ihlas ve ileride Risale-i Nur’a edeceği kıymetdâr hizmeti, güya hiss-i kabl-el vuku ile ruhum o gencin ruhunda okudu. Onu geriye çevirmedim, kabul ettim. Elhak, o yalnız kabule değil, belki istikbale lâyık olduğunu gösterdi. Sonra tebeyyün etti ki, Risale-i Nur Hizmeti’nde ve benden sonra hayru’l-halef olarak, bir vâris-i hakiki vazifesini tam yerine getirecek olan Abdurrahman yerine, Cenab-ı Hak Mustafa’yı numune olarak bana göndermiş ki; senden bir Abdurrahman aldım, mukabilinde bu gördüğün Mustafa gibi otuz Abdurrahman o vazife-i diniyede sana hem talebe, hem biraderzade, hem evlad-ı mânevî, hem kardeş, hem fedakâr arkadaş vereceğim. Evet lillahilhamd otuz Abdurrahman’ı verdi.” [7]

1935 yılında Üstad’la beraber Eskişehir’de hapis yatan Büyük Mustafa ağabey, 1955 yılında vefat etmiştir.

İmamoğlu Hâfız Mustafa

1904 yılında Kuleönü’nde dünyaya gelmiştir. Üstad’ın "Erkân-ı Sitte" namını verdiği en seçkin altı talebesinden biridir. Soyadı Ertürk’tür. Risale-i Nur’un neşrinde çok muktedirâne faaliyet ve hizmetlerde bulunmuştur. Risalelerin teksir makinesiyle ilk defa çoğaltılması, 1942-43 yıllarında onun evinde yapılmaya başlanmıştı. Denizli Hapsi öncesinde evinde yapılan aramada bu makinenin klişelerinin ele geçmesi onun da hapse girmesine sebeb olmuş ve dokuz ay hapis yatmıştır. Risale-i Nur Hizmetinde faalâne çalışan Hâfız Mustafa Efendi’nin uzun yıllar devam ettiği güzel âdetlerinden biri, her gün sabah hizmete çıkmadan önce Bediüzzaman Hazretlerinin okuduğu evradlardan derlenen Hizbü’l-Hakaiki’n-Nûriye mecmuasının tamamını okumasıydı. Bu o zamanki Nur Talebelerinin ileri gelenlerinin, hususan Kuleönü Mübarekler Heyeti kahramanlarının umumen takib ettikleri bir âdetleriydi. Sabahları Cevşenü’l-Kebir, Delailü’n-Nur ve Evrad-ı Kudsiye gibi bu mecmuadaki duaları mânevî bir zırh kuşanmak niyetiyle okurlar evlerinden öyle ayrılırlardı.

1950 kışında Emirdağ’da bulunan Bediüzzaman Hazretlerine Isparta’da yazılan risaleleri götürürken bindikleri vasıta yolda arızalanmış, karlar içerisinde saatlerce yürüyerek donma tehlikesi geçirmiştir. Hasta vaziyette evine dönüşünde çocuklarına: “Hazret-i Üstad ayrılırken beni çağırıp ikinci bir kez daha musafaha etti. Hiç böyle yapmazdı. Ya o, ya ben, birimiz âhirete gideceğiz.” diye söyler. Gerçekten de kendisinin firâsetiyle haber verdiği gibi, şiddetli soğuktan dolayı yakalandığı bu hastalıktan kurtulamayarak kısa süre içinde, o sırada imamlık yapmakta olduğu Denizli-Çivril’in Süngüllü Köyü’nde vefat eder ve oraya defnedilir. Vefatından hemen önce hanımına ve o anda beraberlerinde bulunan hanımının kız kardeşine -ki Nur Talebeleri’nden olan bu hanım bahsi geçen Hizbü’l-Hakaik dua mecmuasını kırk yıl boyunca aralıksız hergün okuyup bitirmiştir- hitaben: “Başlarında Bediüzzaman Hazretleri olarak bir kile (teneke dolusu) haşhaş tanesi kadar binlerle evliya ziyaretime geldiler.” demesiyle Risale-i Nur Talebelerinden bir mâneviyat kahramanı olarak âhirete gideceğini müjdeler.

Vefatı üzerine çok müteessir olan Bediüzzaman Hazretleri, Emirdağ Lâhikası’nda bulunan şu tâziye mektubunu kaleme alır:

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Hem Medresetüzzehrâ şâkirdlerini, hususan Mübarekler Heyeti’ni ve Isparta Vilayeti’ni merhum Hâfız Mustafa’nın vefatıyla tâziye ile Hâfız Mustafa’yı tam vazifesini yapmasıyla yirmi senede ikinci bir Hâfız Ali olarak yirmi seneden beri usanmadan, sarsılmadan Nurlar’ın neşrine çalışmasını, bütün ruh u canımızla tebrik, hem onu, hem Isparta Vilayeti’ni, hem Medresetüzzehrâ’yı tebrik ediyoruz. Hakikaten bu merhum kahraman kardeşimiz aynen Hâfız Ali gibi vazifesini bitirdi; âlem-i nura ve berzaha Hâfız Ali ve Hasan Feyzi gibi kardeşlerinin yanına gitti. Cenab-ı Hak Risale-i Nur’un hurufatı adedince onun defter-i hasenatına hayırlar yazsın ve ruhuna rahmet eylesin. Âmîn!” [8]

"Ben bayramdan sonra, ehl-i dünyânın bize sıkıntı[9] vermemesi ve hizmet-i îmâniyeye fütur gelmemesi için, “Şimdilik gelmesinler” diye, onlara haber göndermiştim. “Şâyed gelecek olurlarsa, birer birer gelsinler” demiştim. Halbuki bunlar, üç adam[10] birden, bir gece geldiler. Fecirden evvel hava müsâid ise, gitmeleri niyet edildi. Hiç vukū‘ bulmamış bir tarzda, hem Mustafa Çavuş, hem Süleyman Efendi, hem ben, hem onlar, zâhirî hiçbir tedbîr düşünemedik. Bize unutturuldu. Her birimiz ötekine bırakıp ihtiyâtsızlık ettik."

Hazret-i Üstad, Barla’daki zorunlu ikametinde çok kayıtlarla tarassut altında sıkı takip ettiklerini bir mektubunda şöyle ifade etmektedir:

Bana karşı bu yedi senedeki muameleler, sırf keyfî ve fevkalkanundur (kanun dışıdır). Çünkü menfîlerin (sürgünlerin) ve esirlerin ve zindandakilerin kanunları meydandadır. Onlar kanunen akrabasıyla görüşürler, ihtilattan (görüşmekten) men olunmazlar. Her millet ve devlette ibadet ve taat, tecavüzden masundur (korunmuştur). Benim emsallerim, şehirlerde akrabalarıyla ve ahbablarıyla beraber kaldılar. Ne ihtilattan, ne muhabereden ve ne de gezmekten men olunmadılar. Ben men olundum. Ve hatta câmiime ve ibadetime tecavüz edildi. Şafiîlerce, tesbihat içinde kelime-i tevhidin tekrarı sünnet iken, bana terk ettirilmeye çalışıldı. Hatta Burdur’da eski muhacirlerden Şebab isminde ümmi bir zat, kayın vâlidesiyle beraber tebdil-i hava için buraya gelmiş. Hemşehrilik itibariyle benim yanıma geldi. Üç müsellah (silahlı) jandarma ile câmiden istenildi.” [11]

Bu itibarla Sevgili Üstadımız, yanına gelecek ziyaretçilerin tedbirli olmasına azami dikkat ediyordu. Hatta bazen ziyaretçi kabul etmiyordu. Yanında hizmet edenlerden de bu hususu göz ardı etmemelerini istiyordu. Ancak böyle olmasına rağmen Kuleönü Köyü’nden Barla’ya üç kişi olarak ziyarete gelmiş oldular.

Onlar da fecirden evvel gittiler. Onları iki saat öyle bir fırtına mütemâdiyen tokatladı ki; “Bu fırtınadan kurtulmayacaklar!” diye telâş ettim. Bu kışta şimdiye kadar, ne öyle bir fırtına olmuş ve ne de ben bu kadar bir kimseye acımıştım. Sonra (Sıddık) Süleyman’ı, ihtiyâtsızlığının cezâsı olarak sıhhat ve selâmetlerini anlamak için arkalarından gönderecektim. Mustafa Çavuş dedi: “O gitse, o da kalacak. Ben de onun arkasından gidip aramaklığım lâzım. Benim de arkamdan Abdullâh Çavuş’un gelmesi lâzım” dedi. Bu hususta تَوَكَّلْنَا عَلَي اللّٰهِ dedik, intizâr ettik.[12]

KISSADAN HİSSE:

Bu kıssada şefkat tokadına sebeb olan kusur; hizmetin selameti için alınması gereken tedbiri ihmal etmek, dikkat etmemektir.


[1] Lem’alar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 284.

[2] Yokuşbaşı Mescidi.

[3] Barla Lahikası, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 168.

[4] Barla.

[5] Barla Lahikası, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 167.

[6] 18 Temmuz 1932 tarihinde Diyanet İşleri Riyaseti’nin, "fetva mahiyetinde" 636 sayılı yayınlanan genelgesi ile Arapça ezan ve kametin okunması yasaklandı. O tarihten itibaren Türkiye'de tüm camilerde ezan Türkçe okunmaya başlandı. Arapça okumakta ısrar edenler hakkında soruşturma açıldı. Ezanın yanı sıra sâlânın ve tekbirin de Arapça okunması resmen yasaklanarak Türkçe okunması emredildi Yasaklar gayet sıkı bir şekilde denetlenmeye başlandı. 16 Haziran 1950 tarihinde ise ceza kanununda yer alan "Arapça ezan ve kamet okuyanlar" cümlesi kanundan çıkarıldı. Böylece Arapça ezan okuma yasağı kaldırıldı.

[7] Lem’alar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 255.

[8] Emirdağ Lahikası, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, c.4, s. 17.

[9] “1 Mart 1927 tarih ve 81 numaralı tahriratla, Eğirdir kazasının Barla nahiyesinde ikamete mecbur edilen Bediüzzaman Said Kürdî’nin birkaç sene Barla’da münzevi ve dilsiz hayat geçirdikten sonra hariçle temas ettiği görülmüş, bazı ziyaretçiler Barla’ya kadar gelip gitmeye başlamıştır...” Cumhurbaşkanlığı Arşivinden.

[10] Biri Sarıbıçak Büyük Mustafa, biri İmamoğlu Hâfız Mustafa ağabeylerimizdir. Diğerine kayıtlarda rastlayamadık.

[11] Mektûbat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, c.1, s. 241.

[12] Lem’alar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 48-50.


Yorum Yap

Yorumlar