VAR OLMAK VE HAYAT EN BÜYÜK NİMETLERDENDİR

VAR OLMAK VE HAYAT EN BÜYÜK NİMETLERDENDİR

İnsan, akıl ve vicdan ile kâinata baktığında, var olmanın ve hayatın ne kadar büyük bir nimet, hayır ve güzellik olduğunu görür. Ön yargılarından uzak ve doğru bir şekilde hayata baktığında ne kadar büyük bir nimete sahip olduğunu; var olmamanın da ne kadar büyük bir kayıp olacağını anlar. İnsan bu gerçeği hayatının birçok anında hisseder, görür ve kabul eder. Fakat insan karşılaştığı olumsuz durumlardan dolayı bazen hayattan şikâyet eder. Aslında bu olumsuz durumlar, hayatın kendisi ile ilgili değil, hayatla ilintili durumlardır. İnsan var olmaktan değil, bu olumsuz durumlardan şikâyet etmektedir. Maalesef bu şikayetler farkında olmadan hayatın kendisine gitmektedir.

Bizleri yoktan var eden Allah (c.c), yeryüzünü bir sofra yaparak sayısız nimetleri önümüze sermiştir. Güneşin doğuşu, mehtaplı bir gece, dört mevsimin ayrı ayrı güzelliği, denizlerin ve dağların ihtişamı, uçan kuşların, yüzen balıkların mükemmellikleri, rengârenk açan çiçeklerin ince hassas sanatları insana bir şeyler anlatır. Acaba kâinat ve içindeki varlıklar olmasaydı hayattan ilham alan bunca yazarlar, şairler, ressamlar, mimarlar ortaya çıkar mıydı? Bu insanlar kâinattaki güzellikleri ve varlığın kıymetini meslekleriyle gözler önüne sermiştir. İnsanların alkışladıkları tüm bu güzelliklerin orijinali ve gerçeği elbette kâinatın ve hayatın bizzat kendisinde bulunmaktadır.  Bu kadar güzelliklere, san’at harikalarına ve bu ihtişama bakan biri, “hayatın ve var olmanın” değerini ve nasıl yüce bir hakikat olduğunu anlayacağı gibi; “var olmama” düşüncesinin de acısını, ızdırabını vicdanıyla hissedecektir.

Var olmak önemli olduğu gibi varlığın devamlı olması da önemlidir. Çünkü Var olmanın devamlılığı varlık nimetini hakiki nimet derecesine çıkarır. Eğer o varlık ve hayat nimeti devam etmeseydi bu, insanlık için büyük bir kayıp olurdu. Tüm insanlar fıtraten ve vicdanen bu nimetin devam etmesini arzu etmektedir. Hiçbir insan büyük bir nimetin ve lezzetin yarıda kesilmesini istemez. Eğer kesilirse bundan dolayı büyük bir üzüntü çeker. Onun için varlığının sürekli devam etmesini arzu eder. İnsandaki ebedi yaşama arzusunu bilen Allah (c.c), insana ihsan ettiği bu “varlığı” ahirette de ebedi olarak devam ettireceğini vaat edip müjde vermiştir.[1]

Her İnsan Var Olmayı İster Fakat Diller Bazen Yalan Söyler

Her insanda ebedi yaşama arzusu vardır. İnsandaki “ebedi yaşama arzusu” yaratıcının yerleştirdiği bir duygudan ileri gelmektedir. Herhangi bir dine inanmayanlar ebedi yaşama arzusunu inkâr etmektedirler. Çünkü böyle bir arzunun Allah (c.c)’ın ve ahiretin varlığını kabul etmeye götüreceğinden korkmaktadırlar.

İnsan yalnız kaldığında yok olmanın derin hüznünü vicdanında hisseder. Fakat sosyal medyada bazı insanlar yok olup, toprağa karışıp gübre olacaklarını ve bir daha dirilmeyeceklerini kendilerinden gayet emin bir şekilde anlatırlar. Aslında onlar vicdanları ile baş başa kaldıklarında yokluğun ve bir daha var olmama düşüncesinin ne kadar ızdıraplı ve zor olduğunu hissederler. Fakat onlar, yalancı bir şöhret ve konumları itibarıyla ve kendilerine dayatılan bir kimlik bunalımı ile inkâr etmekte zahiri bir cesaret gösterirler. Ekranların karşısında takipçilerinden aldıkları cesaretle adeta Allah (c.c)’a meydan okurlar. Fakat şu bir gerçektir ki tüm vicdanlar var olmayı ve ebediyeti şiddetle ister. Çünkü yapılan hastaneler ve tıbbi çalışmalar, alınan emniyet tedbirleri, savunma sanayi faaliyetleri, bilimsel ve uzay araştırmaları, genç kalmak ve güzel görünmek için yapılan faaliyetler, tarımsal üretim vb. yapılan bütün çalışma, faaliyet ve araştırmalar, hayatın ve var olmanın devamı içindir.

Bir insanın günlük hayatında sergilediği en küçük fiilleri bile farkında olsun veya olmasın onun “var olma” ve “ebedi yaşama arzusunu” gösterir. Mesela Mısır’daki piramitler ve başka yerlerdeki yüksek binalar ve anıtlar, öldükten sonra varlıklarının devam etmesini ümit eden insanların arzularının adeta cisim giymiş halidir. Dinsiz ve inançsız insanlar bile ortaya koydukları eserlerle isimlerinin yaşamasını arzu etmişlerdir. Bunun için arkalarında birçok eser bırakmışlardır. Bu düşünce onların da ebedi yaşama arzularının ve isteklerinin bir göstergeleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta kişinin saçını taraması, güzel elbiseler giyinmesi, fotoğraf çektirmesi, video kayıt gibi şeyleri yapması bile “var olmayı” ve “varlığının devamını” arzu ettiğinin delillerindendir. Bunun sebebi, insanın kalbinin derinliklerindeki ebediyet arzusudur. O kişi vicdanına danıştığında, bu güzelliğin ve bu zevkin daha iyisini ve devamını arzu ettiğini bizzat hissedecek, varlığa ve hayata şükredecektir.

Eşine, babasına, annesine, çocuğuna hatta kedi ve köpeğine sevgi ve muhabbetle bakan bir insan nasıl olur da bir daha var olmamayı arzu ettiğini söyleyebilir. İnsan neyi seviyorsa onu kaybetmek istemez. Onu daima görmek, bulmak, tatmak, bilmek ve hissetmek ister. Sevdiklerinin bir daha dönmemek üzere yokluğa gitmesine razı olamaz. Çünkü diller yalan söylese bile insanın bozulmamış vicdanı asla yalan söylemez.

İdamla veya müebbet hapisle yargılanan bir adam iki tercih arasında serbest bırakılsa elbette her akıllı insan gibi müebbet hapsi tercih edecektir. Bazı insanlar “belki biz idamı tercih ederdik, gibi safsatalarla laf kalabalığı yapmaktadır. Bu insanlar akıl ve vicdanlarıyla değil; hisleri ve duygularıyla hareket etmektedirler. Bu durumlarda verilen kararlar gerçeği yansıtmamaktadır. İnsanın gerçek arzu ve isteklerinin yeri akıl ve vicdandır. Dil ile gerçeği saptırmadıkça vicdan ve akıl, varlığın ve hayatın devamlı olmasını istemektedir. Aslında onlar var olmaktan haz aldıkları halde, memnun değilmiş gibi davranmaktadır. Varlıklarını ve hayatlarını devam ettirmek için her türlü yola başvurmaktan geri durmamaktadırlar. İşte bu insanlar gerçekte varlık nimetine sahip olduklarını vicdanen bilmekte ve hissetmektedirler. Bazı ateistler var olmayı, varlığın çok önemli olduğunu ve asla yok olmayı arzu etmediklerini çoğu kez itiraf etmişlerdir. O yüzden bu tarz konularda kişinin ne söylediği değil; vicdanının ve fıtratının ne söylediği ne istediği önemlidir.

İnsandaki Maddi ve Manevi Duygular Var Olmanın Kıymetini Anlatır

Kâinatın eşsiz güzelliğini görmek ve anlamak büyük bir nimettir. Görmek ve anlamak için var olmak gerekir. Bu güzellikleri keşfetmek ve anlamak için “var olmak” her yönü ile güzeldir. Şefkat ve merhamet sahibi olan yüce Rabbimiz (c.c) insanı yokluktan varlık âlemine çıkararak ona en büyük bir ikram ve en güzel bir hediye olan “var olma” ve “hayat nimetini” vermiştir. İnsanın ruhuna ve bedenine en yüksek yetenek ve kabiliyetleri yerleştirmiştir. Onu en hassas, en değerli, en mükemmel cihazlarla donatmıştır.

Şu âlemdeki nadide eserleri görecek bir göz, hoş sesleri duyacak bir kulak, leziz nimetleri tadacak bir dil, yüksek gayeleri algılayacak bir akıl ve bunlarla birlikte yüzlerce duygu ve hissiyat vermiştir. İnsan eline, gözüne, yüzüne, ağzına, midesine, beynine baktığında bunların büyük nimetler olduğunu görür. Düşünme, anlama, hissetme, dokunma gibi duyuların çok değerli olduğunu bilir. İşte bu duyularla donatılan vicdan sahibi her insan, böceklere, çiçeklere, denizlere, dağlara ve gökyüzüne baktığında muhteşem ve tarifi imkânsız duygular hisseder. Bunu kim inkâr edebilir ki? İnkâr etmesi için tarih boyunca tüm bilim adamlarının, yazarların, şairlerin, ressamların ve filozofların çalışmalarını inkâr etmelidir. Tüm hayatlarını kâinatı tanımaya ve anlamaya adayan bu insanları bu kadar araştırmaya sevk eden şey neydi acaba? Elbette ki bu çalışmalar; var olmanın ve hayatın sırlarını ve manalarını çözmek, ne olduğunu anlamak ve olayların arkasındaki perdeleri aralamak içindir. Onlar elde ettikleri bu hakikatleri insanlığa ve tarihe mal olan sanat eserlerine aksettirmişlerdir. “Var olmak” ve “hayat” boş ve manasız bir şey olsaydı bilim insanları tüm hayatlarını bunları anlamaya adamazlardı.

İnsandaki kabiliyet ve yeteneklerin ne kadar ince ve hassas, sanat harikalarını netice verdiğini görmek isteyen, Edirne Selimiye camisine baksın, Yunus Emre’yi okusun, Itri’yi dinlesin, Karahisari’yi incelesin. İşte bu güzelliklerin bilinmemesi ve anlaşılmaması büyük bir kayıp olacaktı. İnsan, varoluşu ile bu güzellikleri ortaya koyma, görme, bilme ve anlama fırsatını yakalamıştır.

İnsanlık tarihinde elde edilen teknolojik başarılar da bu hassas, ince ve son derece mükemmel yetenek ve kabiliyetler ile elde edilmiştir.  Elektriğin, ampulün, telefonun, uçağın ve insanlığa fayda veren daha nice buluşların ortaya çıkması bu varoluşun bir neticesidir. İnsanlık bu buluşlarla sahip olduğu yeteneklerinin ne kadar kıymetli ve değerli olduğunu ortaya koymuştur. Eğer varlık ve hayat olmasaydı tıpkı elmasın toprak altında kaybolması gibi insanlığın bu kıymetli kabiliyetleri de yokluk karanlığında kaybolacaktı. Bizler de bu önemli gelişmelerden istifade edemeyecektik. Ektiğimiz tohumların meyve vermesi, çiçek açması bizi nasıl mutlu ediyorsa, Allah (c.c) da kullarına verdiği bu yeteneklerin ortaya çıkmasını ve tohum gibi yeşermesini arzu etmekte ve bundan memnun olmaktadır. Fakat şu unutulmamalıdır ki insanlardaki bu kabiliyet ve istidatların ortaya çıkması ve gelişmesi ancak Allah (c.c)’ın izni ve iradesi ile mümkündür. İnsan bu gelişmeleri ve buluşları kibir ve gururu ile kendine mal ederse büyük bir haksızlık ve zulüm etmiş olur. Çünkü insandaki bu yetenekleri Allah (c.c) merhametinden dolayı insanlara vermiştir ki insanlar bu özellikleri ile hayatın ve var olmanın kıymetini ve değerini anlayabilsin. Bu ise ancak var olmak ile mümkündür.

Allah’ın (c.c) Şefkat ve Merhameti Yaratılmamıza Vesile Olmuştur

Allah (c.c) hiçbir şeye muhtaç olmayan, ancak her şeyin kendisine muhtaç olduğu ve bütün kemal sıfatların sahibi olan bir Zat’tır (c.c). O’nun (c.c) ilmi, iradesi ve kudreti olmadan hiçbir şey vücuda gelemez. İnsanın yoktan yaratılması ancak Allah (c.c)’ın iradesi ve kudreti ile mümkündür. Allah (c.c)’ın varlıkları ve insanları yaratması için herhangi bir mecburiyeti yoktur. Harici hiçbir şey ve hiçbir sebep yaratılmamızda onu zorlayacak bir özelliğe sahip değildir. İnsan Allah (c.c)’tan alacaklı olmadığı gibi, Allah (c.c) da insanlara borçlu değildir ki onları yaratmaya ve birçok nimetleri vermeye mecbur olsun. Öyle ise insanların var edilmesi, yaratılması ve onlara birçok nimetlerin verilmesi, O'nun şefkat ve merhametinin bir neticesidir. Bu yüzden insan bilmelidir ki kendi vücudunu ve sahip olduğu nimetleri kendisi yaratmamış, herhangi bir yerden de satın almamıştır.  Bunun için insan, kendisini merhamet ve şefkatiyle bürüyen, onu yokluktan varlık âlemine çıkaran yüce Rabbine sevgi ile kulluğu bir borç bilmelidir. İnsan, hayatının ve varoluşunun her kademesinde her basamağında O’nun sevgi ve muhabbetini hissetmelidir. En ufak iyiliklere bile teşekkür etmeyi borç bilen insan, Allah (c.c)’ın bu sonsuz ihsanlarına ve nimetlerine karşı şikâyet değil teşekkür etmelidir.

Allah’ın (c.c) Hiçbir Şeye Muhtaç Olmaması Varlıkları Şefkat ve Merhametiyle Yarattığına Bir Delildir

Allah (c.c)’ın varlıkları yaratmasındaki hikmetlerinden en önemlisinin şefkat ve merhamet olduğunu belirtmiştik. Allah (c.c) bir hadis-i kudsi’de “Ben gizli bir hazine idim istedim ki bileneyim”[2] demiştir. Bunun için mahlûkatı yaratarak onları varlık sahnesine çıkarmıştır. Acaba bu bilinmenin ve tanınmanın yararı ve faydası kimedir? Yaratılmaktan ve var olmaktan kim kazançlı çıkacaktır? Allah (c.c)’ın bundan hiçbir kazancı ve faydası olmadığı gibi ihtiyacı da yoktur. Kâinat ve mahlûkat yok iken Allah (c.c) yine tüm sıfatları ile eksiksiz ve tam olarak vardı. Kullarının varlığı veya yokluğu ona ne bir fayda, ne de bir zarar getirir. Zaten herhangi bir şeye muhtaç olan yaratıcı olamaz. Yaratıcı olmanın en büyük özelliklerinden biri de hiçbir şeye muhtaç olmamasıdır. İşte böyle bir Allah (c.c)’ın, kullarını yaratması ve onlara sayısızca nimetler ihsan etmesi, onun rahmetine ve şefkatine önemli bir delildir. Demek ki yaratmanın faydası yaratıcıya değil; yaratılmış olanlaradır. Yaratılmış̧ olmaktan ise kazançlı çıkan Allah (c.c) değil aksine aciz ve muhtaç olan bizleriz. Çünkü yokluktan varlığa çıkarılan insana sayısız nimetler verilmiş ve ebedi bir alemde ebedi bir Zatı görmek vaadiyle şereflendirilmiştir. İşte bu durum insan için büyük bir kazançtır.

İnsan Hayatı ve Varlığı Reddedemez

İnsanın var olması Allah (c.c)’ın şefkat ve merhametinin bir tezahürüdür. Vicdan ve akıl sahibi hiçbir insan, şefkat ve merhamete karşı sitem ve itirazda bulunamaz. Böyle bir sitem ve itiraz cahilce olur. Çünkü bizi bizden daha iyi bilen Allah (c.c), bizim için nelerin faydalı olduğunu bizden daha iyi bilir. Ayet-i kerimelerde mealen “Yaratan bilmez mi?”[3] ve “Allah (c.c), insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir.”[4] buyurulmaktadır. Bu yüzden “var olmak ve hayat” Allah (c.c)’ın kulları için bir ihsanı ve ikramıdır. Var olmanın güzel olup olmadığını elbette en iyi bilen Allah (c.c)’tır. Mesela bir annenin çocuğuna ilaç vermesi, banyo yaptırması, kıyafet giydirmesi çocuğun hoşuna gitmese de onun faydasınadır ve iyiliği içindir. Bu durumda çocuğun annesini suçlaması doğru değildir. Bunun gibi; el, ayak, göz, dil, kulak, akıl; konuşma ve şefkat gibi özel ve mükemmel cihaz ve duyguların kendisine verilmesinden dolayı insanın şikâyet değil, teşekkür etmesi gerekir. Aklı başında olan bir insan niçin “bana bu eli, ayağı, gözü, aklı, fikri verdin” diye itiraz etmez, “bana niye iyilik yapıyorsun, niye bu güzellikleri veriyorsun, bu mükemmel ve üst düzey cihazları bana niye takıyorsun” diyemez. Buna itirazda bulunan kişi, aklı başında olan her insan tarafından ahmaklık ve cahillikle suçlanacaktır.

Her Şeyin Sahibi Olan Allah (c.c) Mülkünde İstediği Gibi Tasarruf Eder

Vücudu ve hayatı  hediye ve ikram eden  Zat kulunu istediği gibi imtihan etme hakkına sahiptir. Çünkü tüm kâinatı yoktan var eden ve her şeyin hâkimi ve her şeyin sahibi O’dur. Yaratmak veya yaratmamak Allah (c.c)’ın iradesine bakar. İstediği varlığı istediği şekilde yaratıp bu imtihan sahnesine gönderebilir. Kulun itiraz etmeye hiçbir hakkı yoktur. Maalesef bazı insanlar, nefis ve şeytanın telkiniyle, kibirlenerek sanki kendisinde bir hak varmış gibi Allah (c.c)’a karşı itirazda bulunmaktadır. Kendisindeki bu yanlış düşünceleri düzeltmesi gerekirken bunları görmezden gelip, her şeyin sahibi, yaratıcısı ve Rabbi olan Allah (c.c)’ı haşa tenkit etmekte ve dünyaya gelişinden şikâyet etmektedir. Kul bu şikayeti ve itirazı ile kırık elle dövüşmeye giden ahmak adama benzer. Çünkü bu itirazın hiçbir değeri olmadığı gibi eline de hiçbir şey geçmez ve aynı zamanda zarar görür.

Allah (c.c) kulunu ister zenginlikle ister fakirlikle imtihan eder. Çünkü mülk O’nundur. Mülkünde tek hak sahibidir. Mülkünü istediği gibi kullanabilir. Kimsenin buna itiraz etmeye hakkı olamaz. Mesela zengin bir adam yolda gördüğü üç dilenciden birincisine bir, ikincisine yüz, diğerine de bin altın vermiş olsa, daha az alan dilencilerin “bu bize adaletsizliktir” demeye hakları yoktur. Çünkü dilencilerin zengin adamdan bir alacakları yok ki kendilerine haksızlık yapıldığını iddia etsinler. Asıl zulüm ve haksızlık o zengin adama karşı kin ve nefret beslemektir. O zengin adam onların tutum ve davranışlarına, parayı nasıl harcadıklarına bakarak, az verdiğine sonrasında daha çok veya fazla verdiğine sonrasında daha az verebilir.

Aynen öyle de nimet yönünden bir kimse kendisinden daha yüksektekilere bakıp bana da onlara verildiği gibi nimetler niye verilmedi dememeli. Bilakis sahip olduğu mevcut nimetlerin kendisi için en hayırlısı olduğunu ve kendisine birer ihsan olarak verildiğini bilip şükretmelidir. Başkalarına verilip bize verilmeyen nimetler bizim değersiz olduğumuzu göstermez. Sahip olduğumuz nimetlerin bizim için en hayırlı ve en güzel olduğunu bilerek hareket etmelidir. Zira ayet-i kerimede mealen “Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[5] buyurulmuştur. Bunun için insan kedisine verilmeyen şeylerden dolayı isyan etmemeli, bulunduğu duruma şükretmelidir.

Yok Olma Duygusu Varlığın ve Hayatın Kıymetini Bildirir

İnsanın, sahip olmadığı nimetlerden dolayı isyan etmesinin sebebi, var olma ve hayat sahibi olma gibi nimetlerin kıymetini hakkıyla idrak edememesindendir. Belâ, musibet ve hastalıklar ise aslında var olmanın ve hayatın ne kadar büyük bir nimet ve lezzet olduğunu hissettirir. Çektiğimiz sıkıntılar ve hastalıklar sayesinde nefes almanın, rahatça yemek yiyebilmenin nasıl bir nimet olduğunu anlarız. Nasıl ki musibetler ve hastalıklar kaybolan sağlığın ve huzurun kıymetini fark ettiriyorsa, var olmama veya yok olma ihtimalini düşünmek de insana var olmanın ve hayatın ne kadar büyük bir nimet olduğunu hissettirir.

“Var Olmak” Hayatın Bilinmezliklerini Keşfetmeye Vesile Olduğu İçin Değerlidir

Dünyaya gelen insan çevresine bakarak varlığın ve hayatın gayesini anlamaya çalışır. Hayatın ne olduğunu ve niçin verildiğini, zaman nehrinde varlıkların nereye akıp gittiğini sorgular. İnsan nedir? Nereden gelmiştir? Burada bulunma gayesi nedir ve nereye gidiyor? Gibi soruların cevaplarını arar. İnsanoğlu bu sorulara cevap veremediği müddetçe hayat gayesiz ve hikmetsiz bir manaya bürünür. Bu amaçsızlık ve hikmetsizlik insanlığı manevi karmaşalara, buhranlara ve felaketlere götürür. Bu durum karşısında insan adeta pusulasız bir geminin içinde nereye gittiğini, niçin orada olduğunu bilmeyen şaşkın ve tereddütlü kişilere dönüşür.

 İslam dini insanın Allah (c.c) tarafından yaratılarak yokluktan varlık alemine çıkarıldığını, bu dünyadaki vazifesinin Allah (c.c)’ı tanımak, O’na kulluk etmek olduğunu ve ebedi saadet yurdu olan cennete doğru sevk edildiğini bildirir. İnsanı böylelikle bütün karmaşalardan ve bütün bu bilinmezliklerden kurtarır. Var oluşun ve hayatın gaye ve amacını bildirerek, hayatın ne kadar kıymetli ve güzel olduğunu fark ettirir. Böylelikle insanı şükre yönlendirir.

Allah (c.c) İnsanları Kendisine Muhatap Kabul Ederek Onlara Değer Verdiğini Gösterir

İnsanı yoktan var edip hayat gibi çok büyük nimetler veren Allah (c.c), kitaplar ve peygamberler göndermekle bütün varlıklar içerisinde insanları kendisine muhatap kabul ederek onlara ne kadar değer verdiğini gösterir. İnsan bu sayede kendisinin Allah (c.c) tarafından muhatap alınmış olduğunu, kendisine hitap edildiğini kavramakta ve bundan şeref duymaktadır. En basit bir ortamda bile muhatap alınan insanın büyük memnuniyet hissettiği bilinir. İnsanın bütün kâinatın Halıkı ve Rabbi olan Allah (c.c) tarafından muhatap kabul edilmesi onun için ne kadar büyük bir şeref ve onurdur.

Allah (c.c)’ı Tanımak Varlığın Kıymetini Arttırır

İnsan “var oluşu” ile yaratıcısını tanıması ona muhabbet etmesi onu sevmesi ne kadar büyük bir lezzettir. Kendisine bu kadar nimetleri güzellikleri kıymetli şeyleri hediye ve ikram eden bir zatın kim olduğunu bulması ve keşfetmesi ne kadar güzeldir. Hediye ve ikramların sahibini bulduktan sonra sevildiğini ve kendisine şefkat edildiğini anlaması insana bu hayat içinde manevi huzur vermektedir. Bizi yokluk karanlığından varlık alemine çıkaran, sesimizi işiten ve ihtiyaçlarımıza cevap veren, elimizden tutup yaralarımızı saran, bütün dertlerimize deva olan ve ebedi bir aleme bizi yönlendiren yaratıcıyı tanımanın ve onu bilmenin getirdiği ferah ve huzur ile Allah (c.c)’ın varlığına şükretmelidir.

Kâinat içindeki en büyük nimet, iman ile Allah (c.c)’ı tanımak ve sevmektir. Bu da var olmakla mümkündür. Bu sayede insan, O’nun sonsuz mükemmelliğini, güzelliğini, merhamet ve şefkatini anlayarak ezeli ve ebedi bir zata muhabbet etme şerefini elde eder.  Eğer insan var edilmeseydi Allah (c.c)’ı sevme şerefinden mahrum kalacaktı. Bu yüksek ve değerli muhabbetin kıymet ve ehemmiyetini görmek isteyen kişi, büyük bir zevk ve içtenlikle ibadet eden, Allah (c.c)’ın emir ve yasaklarına göre yaşamayı her şeyden üstün tutan peygamberlere, sahabelere, evliyalara ve takva sahibi insanlara dikkatle baksın. Onlar bu sevgiyi dünyevi bütün menfaat ve zevklerin önünde tutmuşlardır. Eğer insan var olmasaydı Allah (c.c)’ı sevme şerefini asla elde edemeyecekti. Sırf O’nu sevmek ve ahirette cemaliyle şereflenmek için bile olsa şu kısacık dünya hayatının geçici sıkıntılarına ve dertlerine katlanılmaz mı? 

İnsan Gerçek Manada Varlığı ve Varlığın Devam Etmesini Arzu Eder

İnsan kendisine verilen nimetlerin ve güzelliklerin ne olduğunu bizzat görüp müşahede etmiştir. Yaşadığı müddetçe bu nimetleri görüp bilmiş ve onlara bir değer ve kıymet biçmiştir. İnsan zengin veya fakir, sağlıklı veya hasta olsun bu nimetleri görmekte, anlamakta ve hissetmektedir. Eline geçmese bile hiç kimse bunların kıymetsiz ve değersiz olduğunu iddia etmez. Bu yüzden insan, içinde bulunduğu bu hayatın bir şekilde devam etmesini ve son bulmamasını derinden derine arzu etmektedir. Ömrü boyunca sağlıkla ilgili çok zahmetler çeken insanlar bile son nefeslerine kadar yaşamayı tercih etmişlerdir. Bir ümitle elde etmeyi arzu ettikleri nimetlerin ve güzelliklerin peşinden durmadan koşmaya ve onları elde etmeye çalışmışlardır. Bu da gösteriyor ki insan, hayatı, var olmayı ve bunların devam etmesini istemektedir.

İnsan kâinata baktığında her şeyin devamlılığa doğru giden bir akış içinde olduğunu görecektir. Yani yokluğa doğru bir gidiş yoktur. Aksine insanın istediği ve arzu ettiği ebediyete doğru bir gidiş vardır. Zaten insan, fıtraten yokluğu ve yok olmayı istemez. İşte var edilip dünyaya gönderilen insanın bu büyük ve tükenmez arzusunu bilen ve duyan Allah (c.c) ona bu dünya hayatından sonra arzu ettiği ebedi cenneti ve nimetleri ihsan edecektir. Böyle ebedi bir cennet hayatına davet edilen insan bu hayata gelişinden şikâyet değil var olduğu için elbette şükür etmelidir.

 Ahiretin Varlığı Dünyada Çekilen Sıkıntıları Hiçe İndirir

Dünya hayatı ne kadar sıkıntılı görünse de elbet bir gün bitecektir. Bu geçici ve fani dünya hayatına mana ve değer katan, ahiretin varlığıdır. Var olmayı ve hayatı sadece dünya hayatı ile değil ahiret hayatı ile beraber değerlendirmek gerekmektedir.

Hayatı ve var olmayı geçici fani dünya hayatı ile değerlendirmeye tabi tutanlar büyük bir hata yapmaktadırlar. Sıkıntılı gibi görünen durumlar asla var olmanın kıymetini ve değerini zedeleyemez. Eğer ebedi ahiret hayatı olmasaydı, o zaman bu dünya hayatında karşılaşılan sıkıntılara belki itiraz edilebilirdi.

 Bu dünya ebedi kalınacak bir yurdun, bir hayatın bekleme salonudur. Bir tren garı, otobüs durağı gibidir. Bekleme salonlarında çekilen sıkıntıların gidilecek yere göre hiçbir kıymeti yoktur. Hatta birçok insan memleketine dönerken ne kadar sıkıntı çekse de sevdiklerine kavuşma sevinci o sıkıntıları hiçe indirir. Fakat memleketine döneceğini düşünmeyen veya buna inanmayan birinin bekleme salonunda veya kısacık yolculuk esnasında çektiği sıkıntılar büyük bir ızdıraba dönüşecektir.

Mesela yokluk ve fakirlik içindeki bir kafileyi dünyanın rahat ve huzur dolu en güzel yerine sürekli orada kalmak üzere yola çıkaralım. Yolculuk esnasında herkesin başına bazı sıkıntılar gelebilir. Bu yolculuğun gayesini unutan bazı insanlar, yolun şartları ve sıkıntılarından dolayı şikayet edip pişmanlık duyabilirler. Bazı yolcular da yolculuğun gayesini bildiği için elde edeceği büyük kazançları düşünerek bu geçici sıkıntılara sabretmeye çalışırlar. Kısacık bir yolculukta çekilen bu sıkıntılar, rahat ve huzur dolu bir yaşamın yanında bir kıymet ifade eder mi? Bu yolculuk değersiz ve işe yaramaz denilebilir mi? Her vicdan sahibi elbette buna hayır diyecektir.

Çekilen bu sıkıntılar ve çileler hayatın olgunlaşmasına ve kıymetini anlamaya hizmet eder. Var olmanın yanında o sıkıntılar bir mana ve kıymet ifade etmez. Mesela tadilat için bir evi kırıp dökmek, kapılarını camlarını sökmek o evin sahiplerini üzmez. Bilakis sevinmelerine sebep olur. Ev sahiplerinin tadilat bitinceye kadar daha elverişsiz bir yerde geçici olarak kalmaları da onları üzmez. Aksine büyük bir heyecanla yeni evlerine geçmek için büyük bir özlem ve hasretle beklemeye başlarlar. Bu yüzden yenilenecek evlerine gitmek için her türlü şart ve ortama sabrederler.

Ahirete imanı olmayanların dünyadaki zevkleri ızdıraba dönüşür. O lezzet ve zevkleri bir daha elde edemeyeceğini düşünmek kişiye çok daha büyük bir ızdırap verir. Çünkü elde olanı kaybetmek ve bir daha ele geçmeyeceğini düşünmek çok daha vahim ve elemli üzüntülere yol açar. Demek ahiretin varlığı her durumdaki insan için büyük bir nimettir. Dünya hayatının anlamına ve varlığına ışık tutan da budur.

İnsan İlahi Emir ve Yasaklara Uymamaktan Dolayı Hayattan ve Varlıktan Şikayet Eder

Sosyal hayata baktığımızda her devletin, her milletin ve her dinin kendine göre belli kural ve kaideleri vardır. Kişi beğensin veya beğenmesin bu kurallara uymak zorundadır. Eğer insanlar her istediğini yapsa toplumlarda kavga, kargaşa ve zulüm meydana gelir. Çünkü sınırsız özgürlük, başkalarının özgürlüklerini tehdit eder. Toplumda huzur ve refahın temini ve devamı bu kurallara uymakla gerçekleşir. Hiç kimsenin bu kurallardan şikâyet etmeye hakkı yoktur.

İnsan nefsi şu dünya hayatında arzu ve heveslerine göre yaşamak ister. Her zevkin peşinden koşup her lezzeti tatmak ister. Hiçbir kurala, nizam ve intizama uymak, tabi olmak istemez. Kendi hayatına bir sınırlandırılma getirilmesine şiddetle karşı çıkar. Sınırsız bir özgürlük ve serbestiyet isteyen insan nefsine, Allah (c.c)’ın emir ve yasaklarına uymak da son derece ağır gelir, onlara uymak istemez.

İşte bir kısım insanlar sorumluluklarını yerine getirmedikleri için bu dünyaya gelişlerinden şikayet ederler. “Allah bizi yaratmış bari kendi halimize bıraksaydı”, “ibadet ve sorumluluklar yüklemeseydi”, “hayat güzel fakat emir ve yasakların olması hayatı zorlaştırıyor”, “bunlar hayattan lezzet almamızı engelliyor” demektedirler. Hatta “Keşke burada olmasaydık, yaratılmasaydık” diye varlıklarından ızdırap ve pişmanlık duyarlar. Onlar günahlara dalıp Allah (c.c)’ın emir ve yasaklarını yerine getirmemekten kaynaklanan şikâyetlerini yanlış olarak hayata ve var oluşa yönlendirmektedirler. Dikkat edilirse aslında şikayetin kaynağı hayat ve varlık değil; Allah (c.c)’a karşı vazifelerin yerine getirilmemesidir. Bunların misali, oyun ve eğlenceden dolayı okulu çok seven, orada oyunlar oynayan fakat okuldaki sınavlara çalışmadığından dolayı okuldan nefret eden çocuklara benzemektedir. Aslında onlar, oyun için okulu sevmekte fakat tembelliklerinden dolayı okuldan şikayet etmektedirler.

Şikâyet Varlıktan Değil Yokluktandır

İnsanların bir kısmı maalesef hangi durumda olursa olsun yine hayatlarından şikâyet etmekte, varlıklarından pişmanlık duymaktadırlar. Onlara bir vadi dolusu altın da verilse yine hayatlarından şikâyet edecek ve asla memnun olmayacaklardır.[6] Demek ki şikâyetlerin asıl kaynağı elde edilen nimetler, var olma ve hayat değil; belki hırs, haset, kıskançlık ve tatminsizliktir. Kişi, nimet noktasında kendisinden üstte olanlara değil; aşağıda olanlara bakmalı[7] ve bulunduğu duruma şükretmelidir. Dikkat edilirse buradaki şikayetler varlığa ve hayata değil; belki elde edemediği nimetleredir. Halbuki insan, eline geçmeyen nimetlere değil; elinde olanlara bakmalı şikâyet yerine şükretmelidir. Demek ki şikâyet varlıktan değil yokluktandır.

Şikayetler Hayatın ve Varlığın Kendisine Değil Hayata İlişen Meseleler İle İlgilidir

Var olmaktan dolayı hiç kimse şikâyet etmez. Yapılan şikâyetler “var olmaya” veya “hayatın kendisine” değildir. Aslında bu şikayetler karşılaşılan sıkıntı ve zorluklaradır. Çünkü hayatın ve yaşamın kendisi ayrı, ona bitişen ve ilişen zorluklar ve sıkıntılar ayrıdır. Eğer insanların hayat standartları herkesin arzu ettiği şekilde olsaydı, hiç kimse hayattan, yani var olmaktan asla şikâyet etmeyecekti.

Meselenin daha iyi anlaşılması için somut bir misal verelim. Mesela hayatın kendisini nakışsız renksiz bir elbise gibi düşünelim. Daha önce hiç elbisesi olmayan herkes böyle bir elbiseyi giymekten zevk duyar ve keyif alır. Fakat zamanla o elbiselere imtihan ve sınav gereği kısa süreliğine yani tekrar çıkarılmak üzere; bazılarına altından nişanlar, armalar, madalyalar; bazılarına da tam tersi, değersiz gibi görünen sade iplerle farklı nakışlar işlenmiş ve demirden ağırlıklar takılmış olsun. Herkes elbisesine yapılan bu işlemlere, bakış açılarına göre farklı tepkiler verebilir. Her bir elbise sahibi bu bakış açısına göre ya memnuniyet duyar veya şikâyet eder. İşte buradan da anlaşılacağı gibi şikâyetler elbisenin kendisine değil, elbiseye takılmış olan geçici niteliklere yöneliktir.

nsan “Var Olmayı” İstemesine Rağmen Hayatından Ne İçin Şikayet Eder

Dünyevi lezzetlerin son bulması, sevdiklerimizin ölmesi ve sahip olduğumuz güzelliklerin(nimetlerin) elimizden gitmesi gibi elem verici durumlar varlığın sorgulanmasına sebep olmaktadır. Çünkü insan ruhu hiçbir zaman faniliğe ve yok oluşa doğru giden bir sürece razı olmaz. Her şeyin elinden uçup gittiğini gören insanlar bu durumdan ister istemez rahatsız olmakta ve çokça şikâyet etmektedirler.

Ebediyeti isteyen insan eşya üstünde fena ve yok oluş damgasını gördüğünde hüzünlenmekte, ümitsizliğe düşmekte ve ızdırap çekerek hayattan ve var olmaktan nefret etmektedir. Çünkü “ebedi var olma” arzusunu içinde taşıyan insan yokluğu düşünmek, görmek ve duymak istemez. İşte bu acı, ızdırap, psikolojik travmalar ve bunalımlar aslında insanın var olmayı ve varlığı ne kadar arzu ettiğinin en büyük delillerindendir. Demek insan “var olmayı” istemektedir. Bu ızdıraplardan ve buhranlardan kurtaracak çare, insanın fani dünyada arzu ettiği güzelliklerin  ahirette fazlasıyla verileceğine iman etmesidir. Eğer insan ahirete iman etse bu dünyadaki “varlığın” sıkıntısını değil lezzetini ve güzelliğini görmeye başlar.

Bu dünya hayatından şikayet edilmesinin nedenlerinden biri de doyumsuzluk ve tatminsizliktir. İnsan her lezzeti ve zevki tatmak için büyük bir hırsla her şeyi tatmaya ve onları elde etmeye çalışır. O lezzetlere ulaşıp elde edince, insanda tatminsizlik, doyumsuzluk ve dünya hayatından lezzet alamama gibi durumlar ortaya çıkar. Bundan dolayı büyük manevi buhranlar ve psikolojik sıkıntılar çeker. Evet şu bir gerçektir ki dünya hayatı asla hiç kimseyi doyurmaz ve tatmin etmez. Zaten Allah (c.c) bu dünyayı insanlar tamamen doyuma ulaşsınlar diye yaratmamıştır. Asıl doyum yeri ahirettir. Bu dünya sadece ahiretteki lezzetlerin tadımlık sayılabilecek gölgeleri ve numuneleri ile doludur. İnsan bu gerçeği anlamadığı için gölgeler ve numuneler ile doyuma ulaşmaya çalışır, fakat ulaşamaz. Tüm bunların neticesinde istediği doyuma ulaşamayan insan hayattan şikâyet etmeye başlar. Hâlbuki insan doyumu yanlış yerde aradığını ve gerçek doyum yerinin ahiret olduğunu bilmediğinden hayata itiraz eder. Allah (c.c), ayet-i kerimede mealen “(Dünyalık olarak) size verilen her şey, dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Allah (c.c)’ın katındaki ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?”[8] buyurarak bu hakikate dikkat çekmiştir.

Doğru Bakış Açısının Var Olma ve Hayatın Kıymetı̇nı̇ Anlamaya Etkı̇sı̇

Olayları ve hadiseleri iyi-kötü, güzel-çirkin olarak değerlendirmemize sebep olan bakış açımızdır. Doğru bakış açısı en sıkıntılı görülen hadiseleri bile güzelleştirirken, yanlış bakış açısı da en güzel olayları bile çirkinleştirmektedir.

Hayatın içinde bakış açısının olaylar üzerindeki etkisini çokça görmekteyiz. Sportif faaliyetlerde büyük başarılar elde eden sporcuların çokça çalıştıklarını ve bunu yıllarca disiplinli bir şekilde aksatmadan sürdürdüklerini görmekteyiz. Bazıları günde 6-7 saatlik çok zorlu ve birçok insanın yapamayacağı fiziksel çalışmalar ve antrenmanlar yapmaktadır. Bu zorlu antrenmanlarla beraber gayet sıkı bir diyet, beslenme ve uyku programı ile sıkı bir çalışma yürütmektedirler. Yine vücut geliştirme sporu yapan insanların çok ağır demir yığınlarını kaldırdıklarını adeta kendilerini parçalarcasına çalışma yaptıklarını görmekteyiz.

Dünya çapında büyük yazarlara, ressamlara ve bilim adamlarına baktığımızda onların zevk ve eğlenceye düşkün olmadıklarını, zamanlarını sürekli okuma, çalışma ve araştırma ile geçirdiklerini, uykusuz kaldıklarını, günlerce evlerinden veya çalışma yerlerinden ayrılmadıklarını öğreniyoruz. Bu insanların çalışmalarını ve başarılarını alkışlıyor, bu kadar sıkıntı ve zahmet ile elde edilen başarılara da uluslararası ödüller veriyoruz.

Eğer onlara bu başarılarının sebepleri sorulmuş olsaydı verecekleri cevap genellikle aynı olurdu. “Düzenli, istikrarlı, zamanı verimli kullanarak, çokça çalışmak, çalışmak ve çalışmak” olarak özetleyeceklerdi. Dışarıdan bakan insanlar bu yoğun çalışma ve gayretin gayet ızdıraplı, sıkıntılı ve çileli bir yaşam tarzı olduğunu göreceklerdir. Acaba böyle bir hayat tarzı başkaları tarafından yadırganıp eleştirilebilir mi? Elbette hayır. Çünkü onlar bu fedakarlıkları ile hayatı kolaylaştıran birçok keşif ve icadlara imza atarak dünyanın takdirini kazanmışlardır.

Günümüzde büyük para ödülünün olduğu, sadece tek bir kişinin kazandığı ve her gün TV’lerden canlı olarak yayınlanan yarışmalar düzenlenmektedir. Bu yarışmaların gayet zor, çileli, ızdıraplı ve çok zahmetli olduklarını; yarışma esnasında sakatlanma, aç kalma, vahşi hayvanların saldırısı ve ölüm gibi riskler olduğunu görmekteyiz. Tek bir kişinin kazandığı fani ve geçici bir ödül için böyle zor yarışmalara katılmaya binlerce insan can atmaktadır. Halbuki bu yarışmalar için çekilen zahmetler normal bir zamanda çekilecek olsa hiç kimse bu durumu istemez ve buna katlanmaz.

Başka bir örnek verecek olursak; bir filmde senaryo gereği rol alan oyuncuların o role hazırlanmak için ciddi performans harcadıklarını, kendi rolleri için birçok sıkıntıya katlandıklarını ve yıllarca o rolün gerektirdiği tarzda yaşadıklarını okumaktayız. Hayatı boyunca hiç sakal bırakmamış ve normal şartlarda da hiç sakal bırakmayacak birinin rolü için yıllarca sakal bıraktığını, uzun saçlı birinin rolü için saçını kestiğini, kilo verip, kilo aldığını görmekteyiz. Hatta birçok sanatçı rollerini daha iyi oynayıp adapte olabilmek için gerçek hayatlarında sıkıntılı da olsa bir müddet rollerine uygun yaşamaya çalışmaktadır.

İnsanlar kısacık bir dünya hayatında sırf para, şöhret gibi nedenlerden dolayı onca ızdıraba ve sıkıntıya katlanıyorlar. Hiç kimse onların bu durumlarını tenkit etmemekte; aksine rolü için gösterdikleri çaba ve gayretleri için onları tebrik ve takdir etmektedirler. Onlar bu sıkıntılardan dolayı şikâyet etmemekte rolleri için her türlü duruma katlanacaklarını sürekli övünerek dile getirmektedirler. İşte dünyevi bir ödül için yıllarca her türlü sıkıntı ve ızdıraba katlanan insanlar, bu durumdan şikâyet etmeyip; aksine memnun olup lezzet almaktadırlar.

Yukarıdaki misallerde anlatıldığı gibi Allah (c.c) bu dünyayı ebedi bir hayatı kazanmamıza vesile olması için imtihan sahası olarak açmıştır. Bu imtihanda elbette nefsimizin hoşuna gitmeyen ve bize ağır gelen şeyler de olacaktır.  Basit ve geçici bir dünya hayatı için her türlü çileye ve ızdıraba katlanmayı göze alan birinin ebedi bir cenneti kazandırmaya vesile olan bu dünyadaki zahmet ve meşakkatlerden dolayı hayattan şikâyet etmesi, akıllı birinin işi olamaz. Alacağı mükâfatı düşünse, elbette o meşakkat ve zahmetlere rahmet nazarı ile bakacaktır.

İnsanlar hayatın ve varlığın gerçek manada kıymetini anlayamadıkları için yanlış olarak hayattan şikâyet etmektedirler. Hâlbuki bu dünya hayatında insanlar olaylara ön yargısız ve vicdanı ile baktığında her şeye rağmen hayatın ne kadar kıymetli olduğunu anlar. Çünkü insanın kalbi asla yalan söylemez ve onun fıtratı bu duyguyu şiddetle arzu eder. Her insan bu arzuyu ve bu isteği hisseder bilir ve görür. Fakat insan yanlış olarak hayatla ilişik olan hayatla bağlantılı olan durumlardan dolayı yanlış olarak hayatın kendisinden şikâyet etmektedirler. Çünkü hayatın ve varlığın kendisi ile hayatın içindeki bela ve musibetler aynı şeyler değildir. Yani insanlar aslında hayatın ve varlığın kendisinden değil çektikleri bela ve musibetlerden dolayı şikâyet etmektedirler. Bu durum da yanlış olarak insanların hayatı ve varlığı istemiyormuş gibi algılanmasına sebep olmuştur. Çünkü bela ve musibetler veya psikolojik sıkıntılar ortadan kalkınca insanların mutlu olup ve yaşamayı arzu ettikleri görülmüştür. Üstelik bu dünya hayatı ne kadar sıkıntılı olursa olsun elbette bir gün bitecektir. Eğer İnsanlar Allah’ın şefkatini, merhametini ve onun hiçbir şeye muhtaç olmadığını, insanlara ne kadar değer verdiğini bilseydi elbette ona karşı isyan ve şikâyette bulunmayacaktı. Vicdanı ile kâinata bakan isteyen insan onun kainattaki engin şefkat ve merhametini görüp bu dünyanın bir imtihan yeri olduğunu idrak ederek sabır ederek varlığına ve hayatına şükreder.

 

[1] Bunun için bkz: Bakara, 2/82.

[2]  İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ ve müzîlu’l-ilbâs amme’ş-tehera min’el-ehâdîsi

ala el-sineti’n-nâs, ( Beyrut, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1988), 2/132.

[3] Mülk, 67/14.

[4] Hac, 22/65.

[5] Bakara, 2/216.

[6] Müslim, “Zekat”, 116 (1048).

[7] Buhârî, Rikâk ”, 30.

 

[8] Kasas, 28/60.