Risâle-i Nûr’un tevhidle ilgili iki risâlesi, insaflı olan bir münkiri imana getirmeye kâfi geldiği hâlde, bununla yetinilmemiş, bu mevzûda pek çok risâleler telif edilmiştir.
Bu konu üzerinde çoklukla durmanın en mühim sebebi Risâle-i Nûr’un bütün Âlem-i İslâm için yazılmış olmasıdır. Türkiye Müslümanları batı medeniyetinden etkilendikleri gibi, bütün âlemi İslâm da batı medeniyetinden etkilenmiş durumdadır. Muhataplar ve tahribatlar çok olunca ister istemez, bu tahribatların tamiri için çeşitli ve çok ilaçlara ihtiyaç vardır.
Risâle-i Nûr imani mevzûlar içerisinde en çok tevhid üzerinde durur. 130 parça risâlenin, en mühimlerinden on dördü tevhidle ilgilidir. (*) Ayrıca diğer risâlelerde de, çokça tevhide temas edilir.
Risâle-i Nûr’un tevhid üzerinde çokça durmasının en mühim sebeplerini kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1. İmanı tahkikî hâle getirmek farzdır
Âlimler imanı taklidî ve tahkîkî olmak üzere iki kısma ayırırlar.
Taklidi iman; kişinin delilsiz bir şekilde etrafından öğrenmiş olduğu şeylere iman etmesidir. Tahkikî iman ise delillerle, Allah’a âdeta görüyormuş gibi iman etmektir. Âlimler her Müslümanın imanını taklitten tahkike yükseltmesinin farz olduğunda, her ne kadar taklidî iman sahihse de imanını kuvvetlendirmeyenlerin günahkâr olacağında müttefiktirler. (Bkz. Aliyyü’l-Karî, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.383, Çağrı Yayınları)
Ömer Nasuhi Bilmen bu hususta şunları söyler:
“Her mümin için lazımdır ki tasdik-i kalbisini burhana mükarin kılsın, mesâili îtikadiyesini delilleriyle beraber öğrensin; maamafih bir kimse dinî hükümleri böyle nazar ve istidlal ile değil de mücerret taklit yoluyla –mesela pederinden mualliminden, sözüne itimad ettiği kimselerden işitmek sûretiyle– bilip cezmen tasdik etse gene imanı sahih ve bununla sevap kazanır. (…) Şu kadar var ki nazar ve istidlal (yani kâinata ibret nazarıyla bakıp onların sayesinde Allah’a imanını kuvvetlendirmek) farzdır. Herkes takatı miktarınca imanı nazarda bulunmakla mükelleftir. Âlimler Kur’ân’da kâinata nazar etmeyi emreden pek çok âyetten yola çıkarak ‘nazar’ yani kâinata bakarak imanı kuvvetlendirmek farzdır, demişlerdir. Binaenaleyh nazar ve istidlali terkedenler günahkâr olurlar.”
(Muvazzah ilm-i Kelam: 105)
Kur’ân’ın pek çok âyeti kâinata ibretle nazar edip tefekkür ederek, insanların imanını tahkikî hâle getirmesini emretmekle beraber, bu hususa pek çok hadiste işaret etmektedir.
Mesela meşhur ‘ihsan’ hadisinde “İhsan, Allah’ı görür gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görüyor” buyrulmuştur. Aynı mânayı ifade eden şöyle bir hadis de vardır:
“İmanın en üstünü nerede olursan ol, Allah’ın seninle olduğunu bilmendir.”
2. Amelde ihlas, tahkikî imanla mümkündür
İnsanın nefsine uyarak günahlara gitmesinin, kendini günahlardan kurtaramamasının, ibâdet etmeyişinin veya ibâdet etse de ibâdetlerine riya, ucub gibi hislerin karışmasının temelinde iman zaafiyeti vardır. Nefsanî arzulardan kurtularak, ibâdetlerde ihlasa ermek imanın kuvvetlenmesiyle olur. Risâle-i Nûr da insanların imanını kuvvetlendirerek onların nefsani arzulardan kurtulmalarına ve ihlaslı amel işlemelerine vesile olmaktadır.
Bu hususta Bedîüzzaman Hazretleri şöyle der: “Riyaya insanları sevkeden esbâbın birincisi: Zaaf-ı imandır. Allah’ı düşünmeyen, esbaba perestiş eder, halklara hodfuruşlukla riyakârane vaziyet alır. Risâle-i Nûr şakirdleri, Risâle-i Nûr’dan aldıkları kuvvetli iman-ı tahkikî dersiyle; esbâba ve nâsa ubûdiyet noktasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubûdiyetlerinde onlara gösterişle riya etsinler. (Kastamonu Lahikası)
3. Diğer müminlerin imanını takviye etmek ve dinsizlerle mücadele etmek farzdır
Günümüzde pozitivist, materyalist bir alt yapıya oturtulmuş fenler, açıkça Allah’ı inkâr etmeseler de, zımnî olarak Allah’ın kâinata müdahâlesini reddederler. Bu fenler (astronomi, coğrafya, fizik, kimya, biyoloji vs) kâinatta meydana gelen bütün olayları; ya tabiata, ya sebeplere nisbet ederler, ya da meydana gelen olayların kendi kendine olduğunu iddia ederler. Dünyanın hareketleri, bulutların oluşumu, yağmurun yağması, deprem gibi bütün kevnî hadiseler, daima bu maddeci anlayışla izah edilir. Uzun yıllar okullarda bu fenleri okuyan insanlarda, ister istemez meydana gelen olaylara bu perspektiften bakmaya başlarlar ve zihinleri buna göre şekillenir. Bu eğitimin tesiriyle bir kısım insanlar küfre kolaylıkla gidebilirler. Küfre gitmeyen, ama eğitimin tesirinde kalanlar ise, -Aristonun tarif ettiği gibi- kâinata müdahâle etmeyen bir Allah anlayışına sahip olurlar. Bu ise –bazen- insanı bilmeden küfre götürecek bir anlayıştır. Çünkü Kur’ân’ın bize anlattığı Allah her an, zerrelerden güneşlere varıncaya kadar, kudreti her yerde tecelli eden bir Allah’tır. Allaha inanmak mühimdir ama bu inancınn da Kur’ân’a uygun olması şarttır.
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bu hususta şöyle der:
“Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rubûbiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şerîki olmadığına ve ‘Lâ ilâhe illallah’ kelime-i kudsiyesine, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa ‘Bir Allah var’ deyip, bütün mülkünü esbâba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbâbı merci tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur.”
(Emirdağ Lahikası)
Risâle-i Nûr, pek çok eczalarıyla, kuvvetli delillerle, Kur’ân’ın bize anlattığı, kudreti her an kâinatta tecelli eden Allah’tan bahsediyor. Günümüzde taklidî imana sahip Müslümanlar bu sayede imanlarını takviye ediyorlar veya şüphelere düşmüş olanlar şüphelerden kurtuluyor. Risâle-i Nûr imana, İslâm’a hücum eden dinsiz, ateist insanları da susturuyor.
4. Risâle-i Nûr’un bir vazifesi de âlem-i İslâm’daki tahribatları tamirdir
Risâle-i Nûr’un tevhidle ilgili iki risâlesi, insaflı olan bir münkiri imana getirmeye kâfi geldiği hâlde, bununla yetinilmemiş, bu mevzûda pek çok risâleler telif edilmiştir. Bu konu üzerinde çoklukla durmanın en mühim sebebi Risâle-i Nûr’un bütün Âlem-i İslâm için yazılmış olmasıdır. Türkiye Müslümanları batı medeniyetinden etkilendikleri gibi, bütün âlemi İslâm da batı medeniyetinden etkilenmiş durumdadır. Muhataplar ve tahribatlar çok olunca ister istemez, bu tahribatların tamiri için çeşitli ve çok ilaçlara ihtiyaç vardır.
Bu hususta da Üstad Bedîüzzaman Hazretleri şöyle der:
“Risâle-i Nûr, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor. Belki, bin seneden beri tedarik ve terâküm edilen müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avâm-ı mü’minînin de istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyi, Kur’ân’ın i’câzıyla ve geniş yaralarını Kur’ân’ın ve imanın ilaçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilaçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki, bu zamanda Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın i’câz-ı mânevisinden çıkan Risâle-i Nûr o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî)
5. İslâm’ın cihanşumulluğunu tahakkuk ettirmek Müslümanların vazifesidir
İslâmiyet cihanşumul (evrensel) bir dindir ve Müslümanlar da bu cihanşumulluğu tahakkuk ettirmekle mükelleftirler. Kur’ân’da bu ümmete şöyle hitap edilir:
“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten de nehyedersiniz ve Allah’a da iman edersiniz.” (Ali İmran, 110)
“Fitne kalmayıncaya ve din sadece Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (küfürden) vazgeçerlerse, zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.Dünyada kapılar bu anahtarlarla açılırken âhiret ve cennetin kapılarının açılması da böyledir. Yani, nasıl bu hayatta anahtarlar varsa cennetin de anahtarı olduğunu Habib-i Ekrem Efendimiz (asm), Muâz Bin Cebel (ra)’ı Yemen’e vali gönderirken “Ey Muâz, Yemen’e vardığında yanına Kitap ehli kimseler gelip sana muhakkak “Cennetin anahtarı nedir?” diye soracaklardır. (Bakara, 193)
İslâm’ın bu cihanşumulluğunu gerçekleştirebilmek dinimizi anlatırken, muhataplarımızın aklına hitap edip, delil ve ispatla, onları ikna etmemizle mümkündür.
Bedîüzzaman Hazretleri, “Medenîlere galebe ikna iledir” der. Biz, Allah’ın varlığını kabul ediyor olabiliriz, fakat Allah’ı inkar eden insanlara, “Allah’ı kabul edin” demekle onlar Allah’ı kabul edecek değiller. Biz ancak Allah’ın varlığını (ve diğer iman esaslarını) ispat etmekle onların hidâyete gelmesine vesile olabiliriz.
Üstad Bedîüzzaman, imanı Müslümanları ilgilendiren bir mevzû olarak değil, insanı ilgilendiren bir mevzû olarak ele alır. İmani konuları ortaya koyarken, her insanın aklına takılan, “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” sorularını cevaplandırır, insanın fıtratında var olan aczi, fakri, insanın geçmiş ve gelecekle irtibatını, insanı mahzun eden zeval, firak ve ölümü nazara vererek, dünyada mutlu bir hayat sürebilmenin ancak Kur’ân’ın tarif ettiği şekilde olacağını güçlü delillerle ortaya koyar. Bunları da oldukça yumuşak, dengeli bir üslupla yapar.
Risâle-i Nûr’un, yalnızca Müslümanlara değil bütün insanlara hitab eden bu uslubu, batı âleminde oldukça etkili olmuş, birçok insan Risâle-i Nûr sayesinde müslüman olmuştur.
(*) Doğrudan tevhidle ilgili risâleler:
22. Söz,
30. Söz (Ene ve Zerre),
32. Söz (Mevkıfler),
20. Mektup,
33. Mektup (Pencereler),
23. Lem’a (Tabiat Risâlesi),
29. Lem’a (Tefekkürnâme),
30. Lem’a (Esma-i Sitte),
2. Şua’,
3. Şua’ (Münâcât),
4. Şua’ (Hasbiye),
7. Şua’ (Âyete’l-Kübra),
15. Şua’ (Elhüccetüz Zehra), Nokta Risâlesi.
irfanmektebi.com'dan alınmıştır