Risale-i Nur Talebesi kimdir? Üstad Risale-i Nur Talebesi’ni nasıl tarif eder ve onlarda aradığı şartlar nelerdir? Bediüzzaman Hazretleri bu suallerin cevablarını çeşitli risale ve mektublarında vermiştir. Bunları üç ana başlık altında toplayabiliriz:
1. Risale-i Nur’u neşretmeyi en büyük vazifesi bilmek:
Hazret-i Üstad bu şartı şöyle açıklar: “Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler'i (Risaleleri) kendi malı ve te'lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.”[1]
Risale-i Nur Talebesi, hayatını bu kudsî iman Kur’an hizmetine adayan kişidir. Bu uğurda gereken hiçbir fedakârlıktan çekinmez. Risale-i Nur’un neşri için üzerine düşen vazife ne ise yapar. Neşir için Üstad’ı ne emrediyorsa, Risale-i Nur’da nasıl beyan edilmişse o şekilde yerine getirmeye çalışır. Şahsi hayatında, içine girdiği her ortamda Risalelerden elde ettiği iman hakikatlerini insanlarla paylaşır. Bunun için önüne çıkan her fırsatı değerlendirerek insanların bu kuvvetli iman dersleri ile tanışması için, elinden gelen her şeyi, usulüne uygun bir şekilde yapmaya çalışır.
Nur Talebesi’nin evi bir Nur Medresesi gibi çalışır. Çoluk çocuğuyla Risale-i Nur okuyup yazarak çalıştığı gibi, alakadar komşularını da arasıra davet ederek Risale-i Nur’dan istifade etmelerine çalışır. Okulunda, işyerinde hep bu şuurla yaşar, bu şuurla hareket eder. Bunun için Hazret-i Üstad, “Her şakirdin (talebenin) vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil; belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devam ile olur.”[2] der.
2. Risaleleri yazarak neşretmek:
Bediüzzaman Hazretleri Kur’an harflerinin yasaklandığı bir asırda Kur’an’a hizmet ettiğinin bir neticesi olarak, her bir talebenin Risaleleri, Kur’an harfleriyle bizzat yazarak neşretmesini de bir talebelik şartı olarak koşmuştur.
“Risale-i Nur'a intisab eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risale-i Nur talebesi ünvanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber; benim gibi dua eden kıymetdar binler kardeşlerin ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.”[3]
Görüldüğü gibi Üstad, talebelerinden Risaleleri yazmalarını, Risale-i Nur’a intisab edip bağlanmanın şartı olarak koşuyor, eğer yazmaları mümkün olamıyorsa, kendine bedel başkalarının yazmalarını şart koşuyor ve ancak bu takdirde “Nur Talebesi” ünvanını alacaklarını beyan ediyordu. Bu şekilde bir yandan Risaleler neşrolurken, bir yandan Kur’an harflerinin, toplumca tamamen terk edilmesinin önüne geçiliyordu.[4] Herkesin, “artık eski harfler terk edildi kimse kullanmıyor, bilmiyor” zannettiği bir dönemde, memleketin dört bir yanında Nur Talebeleri manevî bir cihad ruhuyla[5] Kur’an yazısıyla meşgul oluyor, öğreniyor, öğretiyordu. Bu şekilde memleketimizde Kur’an yazısı incelse de kopmamış, gittikçe kuvvetlenerek günümüze kadar ulaşmıştır. Hazret-i Üstad’ın Risale yazmayı talebelik şartı olarak gördüğünü gösteren diğer bazı beyanları:
“Yazdığın Kader Sözü beni çok memnun etti. Dua ile kardeşlik hakkını eda ettiğin gibi, bunun yazmasıyla talebelik hukukunu dahi kaza ettin.”[6]
“Saatçi Lütfü Efendi'ye pek çok selâm ve dua ederim. Cenab-ı Hak ona, o bana yazdığı Pencere Risalesi'nin harfleri adedince ruhuna rahmet, kalbine nur, aklına hakikat, malına bereket ihsan eylesin. Âmîn, âmîn, âmîn. Maksadım, ona o risaleyi yazdırmak, onu has talebeler dairesine dahil etmekti. Yoksa ona o zahmeti vermezdim.”[7]
“Kalben, kalemen, bilfiil alâkadar olmak (kalemle yazmak) şartıyla, yirmidört saatte yüz defa, tasavvurca beşyüz defa, manevî kazanç ve duamda hissedar olmaya müstehak olmanızı arzu ettiğim bir vakitte bu sualleriniz, beni sizin hesabınıza çok mesrur etti ve bir beşaret oldu.”[8]
3. Sadakat ve sebat:
Talebeliğin diğer büyük bir şartı sadakat ve sebattır. Yani kalben sadık olmakla beraber sadakatinde yılmayıp devamlı olarak bu sadakat üzere kalmaktır. Şöyle açıklar:
“Risalet-ün-Nur, kendi sâdık ve sebatkâr şâkirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil, fiat olarak o şâkirdlerden tam ve hâlis bir sadâkat ve dâimî sarsılmaz bir sebat ister.”[9] Yani Nur Talebesi olmak ve onun getireceği büyük sevablardan hissedar olmak ancak ömür boyu süren bir sadakatle mümkün olur.
Burada saydığımız üç şartı Bediüzzaman Hazretleri iç içe olarak ele almış birbirinden ayırmamıştır. Yani Nur Talebesi evvela kalben sadık olacaktır. Bununla birlikte hayatının ana gayesi olarak Risale-i Nur’un ve ondaki Kur’an hakikatlerinin insanlığa ulaşmasını görecektir. Bu hakikatleri ulaştırırken, Kur’an harfleri ile bizzat veya başkası vasıtasıyla yazıp yazdırarak neşirle birlikte bir yandan da Kur’an harflerinin muhafazasına hizmet edecektir.
Bu şekilde sadakatle ve Nurları yazarak Risale-i Nur’a talebe olan kimselerin çok büyük manevî kazançlar elde edeceğini müjdeleyen Üstad bu kârları şöyle sıralar:
1- İmanla kabre girmek.
2- Bütün diğer talebelerin sevablarına ortak olmak.
3- İlim talebelerinden sayılıp şehadet mertebesini kazanmak.[10]
[1] 26. Mektub
[2] Kastamonu Lahikası
[3] Kastamonu Lahikası
[4] “Kur'an hattını muhafaza etmek hizmetiyle de muvazzaf olan Risale-i Nurun, muhakkak Kur'an yazısıyla neşredilmesi lâzımdı.” (Tarihçe-i Hayat)
[5] “Huruf-u Kur'aniyeyi tercüme ile tahrif, tebdil, tağyir etmek (Kur’an harflerini bozmak, değiştirmek); mülhidlerin (dinsizlerin bu) dehşetli cinayetlerine mukabil cihad eden Said, ifratkârane ve müsrifane tevafukta çok tedkikatı lüzumsuz değil, manasız olmaz.” (Kastamonu Lahikası)
[6] Barla Lahikası
[7] Barla Lahikası
[8] Barla Lahikası
[9] Sikke-i Tasdik-i Gaybî
[10] “Kalemle Nurlara hizmet ve sadakatla talebesi olmanın iki mühim neticesi vardır:
1- Âyat-ı Kur'aniyenin işaretiyle, imanla kabre girmektir. 2- Bütün şakirdlerin manevî kazançlarına, Nur dairesindeki şirket-i maneviye sırrıyla, umum onların hasenatlarına hissedar olmaktır. Hem bu talebesizlik zamanında, melaikelerin hürmetine mazhar olan talebe-i ulûm-u diniye sınıfına dâhil olup âlem-i berzahta -talii varsa, tam muvaffak olmuşsa- Hâfız Ali ve Meyve"de bahsi geçen meşhur talebe gibi; şüheda hayatına mazhar olmaktır.” (Emirdağ Lahikası)