Nefsimizi nasıl terbiye edeceğiz?

Bazı  dostlarımız –bilhassa gençler- “Nefsimizi nasıl terbiye edeceğiz?” sorusunu çoklukla soruyorlar. Burada hem kendi nefsimi terbiye etmek için, hem de soru soranlara faydalı olmak için bazı noktalar üzerinde duralım.

Peygamberimiz düşmanla yapılan cihadı “küçük cihad”, nefisle yapılan cihadı “büyük cihad” olarak tarif eder. İsmail Hakkı  Bursevi, nefis için “7 başlı ejder” ifadesini kullanır. Elbette, bir ejderha ile savaşmak kolay değildir.

Küçük cihadla büyük cihad, pek çok yönlerden birbirlerine benzerler. Konuyu bir teşbihle biraz açalım:

İnsanın iç âlemi, kalabalık bir milletin yaşadığı büyük bir memlekete benzer. Bu memleketin hükümdarı, Allah’a iman ve itaat eden kalptir. Akıl da onun veziridir. Vücuttaki azalar ve ruhun duyguları, latifeleri bu kalp dediğimiz hükümdarın milleti –askerleri, memurları, işçileri- durumundadır. Bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Kalp hükümdardır ve onun askerleri vardır. Hükümdar iyi olursa askerleri de iyi olur, Hükümdar bozulursa askerleri de bozulur.”

Bu âlemdeki nefis ise serkeş, zevkten başka bir düşüncesi olmayan, gelecekten ziyade ânı düşünen, iktidarı ele geçirerek her türlü lezzetleri tatmak isteyen bir asi durumundadır. Onun da emrinde hırs, haset, şehvet, öfke gibi askerler vardır.

Hükümdar Kalp, veziri aklın da yardımıyla milletini yönetmek, idare etmek, onlar arasında adaleti sağlamak ve iktidarı ele geçirerek anarşi ve teröre sebep olan nefse karşı mücadele etmek mecburiyetindedir.

Vücud memleketinde çoğu zaman, Kalbin askerleriyle Nefsin askerleri arasında büyük meydan muharebeleri vuku bulur. Savaşların sonunda memleketteki iktidarın değişmesine göre, bu memlekete verilen isim de değişir.

Nefis, kalbi yener ve memlekete hâkim olursa bu memlekete “Nefs-i Emmare” memleketi denilir. Nefis, iktidarı ele geçirirse bu memlekette ulûhiyetini ilan eder, insanın iç âleminde denge bozulur ve fesat meydana gelir. Nefis her türlü gayr-i meşru fiilleri icra eder.

Eğer savaşlarda ikisi de yenişemez; kâh biri, kâh diğeri memlekete hâkim olursa bu memlekete “Nefs-i Levvame” memleketi denilir. Savaşlar memleketlerin harab olmasına sebeb olduğu gibi, insanın iç âlemindeki Kalp ile Nefis arasındaki savaşlar da insanın iç âlemini tahrib eder. Nefs-i levvame hali, insanın kararsız, çatışmalı, depresyonlu halini ortaya koyar.

Kalp nefsi mağlub eder ve meşru dairede kalmaya ikna eder ve memleketi Allah’ın emirleri doğrultusunda idare ederse bu memlekete “Nefs-i Mutmainne” memleketi denilir. Nefs-i mutmainne memleketi, insanın kendisiyle barışık olduğu, huzurun hâkim olduğu memlekettir.

Hükümdar Kalbin kuvvetli veya zayıf oluşu, milleti arasındaki adalet ve disiplini, memlekete her yönden tesir eder. Kalbin zayıflaması veya kalbin milletinden bazı latifelerin disiplinsizliği nefsin iktidarı ele geçirmesine sebeb olabilir. Bu yüzden daima kalbin güçlenmesine ve milletini disiplin altında tutmasına çalışmak gerekir.

Marifetullah (Allah’ı tanıma) ve ibâdetler, manevî feyizlerin gelmesine ve Kalbin güçlenmesine vesile olur. Bu güç sayesinde Kalp iktidarını muhafaza eder. Günahlar ise manevî feyizleri yok eder, kalbi zayıf düşürür, nefsi ise güçlendirir. Bu yüzden çokça ibâdetle meşgul olup günahlardan uzak durmak gerekir.

Nefis elinden geldiğince askerleriyle, casuslarıyla Kalbin direncini kırmak, ahalinin ona olan itaatini sarsmak ister. Kalp dirayetli olur ve vezirinin yardımıyla askerlerini disiplinli bir şekilde idare ederse Nefse galip gelebilir.

Kalbin, vezir aklın da yardımıyla nefse galip gelebilmesi için en mühim üç şart vardır: İlim, imanın güçlenmesi ve ibâdetler. İlim sayesinde kalp, kendini yaradan Allah’ı, kendini ve vazifelerini, yardımcılarını, nefsi ve nefsin hilelerini, yardımcılarını ve onunla nasıl mücadele edeceğini öğrenir. Elde edeceği kuvvetli imanla nefse karşı en büyük manevî gücü elde etmiş olur. Namaz, oruç, Kur’ân okuma, tefekkür, zikir, dua, istiğfar ve benzeri ibâdetlerse kalbe manevî feyizlerin ve yardımların gelmesine vesiledirler.

Eğer bu üç alanda kalp olgunlaşırsa nefse kolaylıkla galip gelebilir.

Kalbin nefse galip gelmesi için bazı şartlar üzerinde duralım:

1. ÇEVRE

Nefsimizi terbiye etmek istiyorsak, en başta çevremizi değiştirmeliyiz. Etrafımızdaki insanlar İslâm’ı yaşamayan insanlar ise hem onlarla beraber olup, hem de nefsimizi terbiye etmemiz zordur.

Maddeler arası ısı alış verişi olduğu gibi insanlar arasında da manevi alış verişler vardır. İnsan bulunduğu ortamdan ister istemez etkilenir. Bu konuda Peygamberimiz (asm) şöyle buyurur: “Kişi arkadaşının dini üzeredir. Bu yüzden kimi arkadaş edindiğine dikkat etsin”. “İyi arkadaşın hali misk kokularını satan insanın haline benzer. Sen onun yanına gittiğin zaman sana kokularından ikram eder; ikram etmese bile, onun yanında dura dura o kokular senin üzerine siner. Kötü arkadaş da deri tabaklayan insanın haline benzer. Onun yanına gittiğin zaman körüğünden sıçrayan kıvılcımlar senin üzerini yakar; yakmasa bile onun yanında dura dura o pis kokular senin üzerine siner.”

Peygamberimiz (asm) bu ifadeleriyle insanın, içinde bulunduğu çevreden mutlaka, isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeyerek etkilendiğini ortaya koymaktadır.

Duymadığımız ve görmediğimiz bir şey bizi etkilemez. Menfi ortamlardan uzak olan bir insan, elbette onların menfi tesirinden de uzak olacaktır. Müsbet bir ortam içerisinde, elbette gördüğümüz ve işittiğimiz şeyler bizi müsbet yönde etkileyecektir.

İslâm’ı yaşayan insanlarla dostluk kurmamız bizim hayatımıza tesir edecek, biz de onlar gibi olacağız. Fakat İslâm’dan uzak olan insanlarla dost olduğumuz zaman, ister istemez biz de onlardan etkilenerek, çoğu İslâmî şeylerden uzak olacağız.

2. TAHKİKÎ İMAN

İmanın kuvvetlenmesi nefse galip gelmenin en mühim yoludur. Allah’a, öldükten sonra dirilmeye, cennet ve cehenneme adeta görüyormuş gibi inanan birisi, kolaylıkla nefsanî arzulardan kendini çeker. Buna en büyük delil Asr-ı Saadettir. Kuvvetli iman, cahiliye döneminde her türlü zulüm ve ahlaksızlığı yapan insanları, karıncaya bile basamayacak hale getirmişti. İman bize de aynı tesiri yapacak özelliklere sahiptir.

İmanın kuvvetlenmesinin, tahkikî hale gelmesinin iki yolu vardır: Biri tefekkür, diğeri de ibâdetlerdir. Bu zamanda imanı tahkikî hale getirmenin en kısa ve en kolay yolunu Risâle-i Nurlar ortaya koymuştur. Risâle-i Nurlar, tefekkür mesleğinde giderek, imanın bütün esaslarını kesin, kat’i delillerle isbat etmiştir.

3. İBÂDETLER

İmanî hükümleri kuvvetlendirerek meleke haline getiren, ancak ibâdettir. Allah'ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibâdetle vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Ubudiyetin noksaniyetiyle insandaki enaniyet kuvvet bulur, nemrudcuklar çoğalır.

İbadetler sayesinde kalbe ve ruha manevî feyizler gelir. Bu feyizler akıl ve kalbi manen güçlendirerek, nefse galib gelmeye vesile olurlar. Bu konuda bazı ayet ve hadisleri nakledelim.

1. Namaz

Bize manevî feyizlerin, Allah’ın yardımının gelmesinde en büyük vesile namaz ibâdetidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Muhakkak ki namaz, çirkin işlerden ve kötülüklerden alıkoyar. Allah’ı zikretmek (namaz kılmak) elbette en büyük ibâdettir. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut, 45)

Peygamberimiz de şöyle der: “Beş vakit namazın misali, sizden birinin, evinin önünden akan ve içinde her gün beş defa yıkandığı bir nehir gibidir. (Nasıl beş defa yıkanınca insan üzerinde kir kalmazsa, 5 vakit namaz kılan insanda da manevî kirler kalmaz.)”(Müslim )

2. Oruç

Üstad Bedîüzzaman şöyle der: “Nefis Rabbisini tanımak istemiyor, firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, za'fını, fakrını gösterir. Kul olduğunu bildirir.

Hadîsin rivayetlerinde vardır ki: Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: "Ben neyim, sen nesin?" Nefis demiş: "Ben benim, sen sensin!" Azab vermiş, Cehennem'e atmış, yine sormuş. Yine demiş: "Ene ene, ente ente." Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: "Men ene vema ente?" Nefis demiş: "Sen benim Rabb-i Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim." (Ramazan Risâlesi, Dokuzuncu Nükte)

3. Kur’ân Okuma

“Muhakkak ki, demire su değdiğinde nasıl paslanıyorsa, şu kalpler de pas tutar.” “Yâ Resulallah! Onun cilası nedir?” diye sordular. Cevaben “Ölümü çok zikretmek, hatırlamak ve çokça Kur’ân okumaktır” dedi. (Beyhaki, Şuabu İman)

4. Zikir

Üstad Bedîüzzaman şöyle der: “İ'lem eyyühe'l-aziz! Kelime-i Tevhidin tekrarla zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede putlaştırdığı sevgililerden yüzünü çevirmek içindir. Bununla beraber, zikreden şahısta bulunan manevî duyguların ayrı ayrı tevhidleri olduğuna işaret olduğu gibi, onların da onlara münâsip putlarla olan alâkalarını kesmek içindir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Tohum olacak bir çekirdeğin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşvünemâ bulamaz, ölür gider. Aynen öylede, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, "Allah Allah" zikrinin hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve semâvat ve arzı yaradana isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde ene mahvolur.

İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri “gizli zikir” sayesinde kalbin fethiyle ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de, “açıktan zikir” sayesinde tabiat tâgutlarını tar ü mâr etmişlerdir.” (Mesnevî-i Nûriye, Hubab)

5. İstiğfar

“Bakırın pası gibi kalplerin de pası vardır. Onun cilası ise istiğfardır.” (Beyhaki)

“Kul, bir hata ettiği zaman kalbine (siyah) bir nokta konulur. Eğer o hatayı bırakır ve istiğfar ederse kalbi cilalanır (o siyah nokta silinir). Eğer günaha devam ederse noktalar artırılır. Hatta bu noktalar onun kalbini tamamen istila eder. Bu Allahü Teala’nın kitabında zikrettiği “Ran” (pas)dır. (Onların kazandığı günahlar, kalplerinin üzerine pas olmuştur. Mutaffifin, 14)” (Tirmizi, Nesei, İbn Mace, İbn Hibban, Hakim)

4. RÂBITA-İ MEVT

Üstad Bedîüzzaman şöyle der: “İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, râbıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevk eden, tûl-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yâni: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desîselerinden kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur’ân-ı Hakîm'in 

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ اْلمَوْتِ - اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ

gibi âyetlerinden aldığı dersle râbıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-i ebediyeti o râbıta ile izale etmişler.” (21. Lem’a)

Bu konuda bazı hadisler de şöyledir: “Lezzetleri kesip, tahrip edeni, (yani ölümü) çok zikrediniz.” (İbn Mace, Tirmizi)

Kişiye vaiz olarak ölüm yeter. (Taberani )Akıllı, zeki olan kişi nefsini hesaba çekip, ölümden sonrası için çalışan, amel eden kimsedir. Âciz ise, nefsinin hevasına tabi olup Allah’tan bir takım (boş) temennilerde bulunan kimsedir. (İbn Mace, Tirmizi)

5. GÖZE HÂKİM OLMA

Görmediğimiz işitmediğimiz bir şey bizi etkilemez. Kur’ân’da şöyle buyrulur:

(Resulüm!) Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini haramdan çeksinler ve ırzlarını korusunlar. Bu onlar için daha temizdir. Şüphe yok ki, Allah onların yaptıklarından haberdardır. (Nur, 30)

“Bir kadının güzelliklerini görüp, sonra bakışlarını ondan çeviren hiçbir Müslüman yoktur ki, Allah (bundan dolayı) onun için kalbinde tatlılığını hissedeceği bir ibâdet (sevabı) yaratmış olmasın.” (Ahmed, Taberani)

Kudsî  bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “(Harama) bakma, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim benden korktuğundan dolayı onu terk ederse, o günahın yerini iman ile değiştiririm ki, onun tatlılığını kalbinde hisseder”. (Taberani, Hakim )

Üstad Bedîüzzaman şöyle der: “Suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır: Nasıl ki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder. Öyle de, ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine hissiyât-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.” (25. Söz)

6. LEZZET VE ELEM

Zehirli bal yenildiği takdirde, insana başlangıçta lezzet verir, fakat daha sonra balın lezzeti gider, zehirin elemi insanı kıvrandırır. Üstad Bedîüzzaman günahlardaki lezzeti, zehirli bala benzetir. Ve bu asırda günahlarda tiryakî olmuş insanları günahlardan kurtarmanın tek çaresinin küfürde, günahlarda elem; İslâmiyet’te ve salih amellerde cennet lezzetleri olduğunu göstermekle isbat etmekle mümkün olacağını söyler.

Risâlelerde çoklukla iman ve küfür arasında kıyaslamalar yapılır, imanın bu dünyada insana huzur vereceği, imanlı insanın âdeta manevî bir cennet içinde olacağı; küfürde ise bu dünyada elemler olduğu, kâfirin cehennem elemlerine benzer elemler içinde olacağı güçlü delillerle ortaya konulur. Ekseriyetle iman ve küfür arasında kıyaslamalar yapılırken; insanın musibetlere karşı âcizliği, ihtiyaç ve arzularına karşı fakir oluşu, dünyadaki zeval ve firaklar, ayrılıklar, insanın geçmiş ve gelecekle irtibatı, insanın yalnızlığı, ölüm ve ölüm korkusu gibi konular ele alınır.

7. ŞEFKAT TOKATLARI

Lem’alar Mecmuasının 10. Lem’ası “şefkat tokatları”ndan bahseder. Yani Kur’ân’a hizmette hata eden talebelerin başına ceza olarak belalar gelmiştir. Bu konuyu teyid eden bir ayet şöyledir: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin işlediği (günahlar) yüzündendir; bununla beraber, O birçoğunu da affeder.” (Şûrâ, 30)

Ne zaman günah işlesek, bu günahımıza bir ceza olarak başımıza bir bela gelir. Bu yüzden Peygamberimiz, “Mü’min erkek veya kadının cesedinde, malında veya çocuğunda –Allah’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar- bela eksik olmaz.” buyurmuştur. Başımıza bela gelmesini istemiyorsak, günahtan uzak durmak en selametli yoldur.

8. CEZA

Bir veli zikir çekmeden önce odun toplar, sonra zikre başlarmış. Kendisine tembellik geldiğinde de o odunlarla kendini dövermiş.

Biz de nefsimizi ıslah için, günah işlediğimizde kendimize ceza verelim. Mesela “Eğer şöyle yaparsam 3 gün oruç tutacağım” diyelim. Yani hata ettiğimizde Allah bize ceza vermeden biz nefsimize ceza verelim.

9. İKNA ve KÖR, SAĞIR ŞAHIS

Üstad Bedîüzzaman nefsin hakikî ve mecazî olduğunu, hakikî nefsin çalışmayla ıslah olabileceğini, fakat mecazî nefsin ömrün sonuna kadar devam edeceğini söyler. Bu nefis âdeta kör ve sağır bir insan gibidir. Kör ve sağır bir insana bir şey anlatmanız, ikna etmeniz mümkün olmadığı gibi, bu nevi nefsi de ikna etmek mümkün değildir. Bu nefse karşı insanın yapacağı tek şey, onun sözlerine kulak asmamaktır.

Geçmiş  zamanda tekkelerin yaptığı nefis terbiyesini, bu zamanda Risâle-i Nurlar deruhte etmişler ve insanların nefislerini terbiye etmişlerdir. Hatta hapishanelerdeki katiller bile ondan ders alınca tahtakurularını bile öldüremeyecek hale gelmişlerdir. Üstad Bedîüzzaman, “Risâle-i Nur ve bilhassa İhlâs Risâleleri, o iki nefsin bütün desâisini izale ve onların açtığı yaraları tedavi ettiğini” Allah’a şükrederek beyan eder.

Nefsini gerçekten ıslah etmek isteyen için Risâleler, en büyük mürşid durumundadırlar. Allah bizi bu mürşidden azamî derecede istifade eden kullarından eylesin. Âmîn.

İdris Ferid.