MUSİBETİN HİKMETLERİ
Hikmet: “Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi yerli yerince yaratması, her şeyi lâyık olduğu yere koyma sırrı, âlemin insanlar tarafından anlaşılamayan gizli amacı, Allah’ın (c.c) kulun kalbine eşyânın hakîkati hakkında koyduğu, akılla elde edilemeyen kalbî ilim, eşyânın hakîkatini olduğu gibi bilme”[1] gibi anlamlarda kullanılır. Aynı zamanda insanı iyi olana yönlendiren, çirkin ve kötü olandan alıkoyan anlamında da kullanılır.[2] “Her nerde kötülüğü gidermek ve iyiliği elde etmek varsa, işte orada hikmet mânâsı vardır. Bundan dolayı bir şeyin içinde gizlenen ve sonuç bakımından ortaya çıkacak olan fayda ve iyiliğe o şeyin hükmü ve hikmeti denilir.”[3]
Dünya hayatında olaylara yüklenen manalar, insanların bakış açısını etkiyelen en önemli unsurlardan birisidir. İnsanoğlu, meydana gelen bu olaylara kendince güzel-çirkin, iyi-kötü, yararlı-zararlı gibi hükümler koyar. Hastalıklar, belâ ve musibetler görünüşte çirkin veya kötü gelebilir. Fakat bunlar hikmet ve faydalarıyla birlikte ele alındığında, dünya ve ahirette pek çok hayırlı ve güzel neticelerinin olduğu görülecektir.
Yüce Rabbimizin sonsuz nimetlerinde şefkat ve merhameti görüldüğü gibi; başa gelen hastalık ve musibetlerde de hikmet nazarıyla bakıldığında O’nun rahmet ve şefkati görülür. Şöyle ki, hastalık ve musibetler; insanın, acizlik ve fakirliğini fark etmesine, olgunlaşmasına, verilen nimetlerin kıymetini idrak etmesine ve Allah’ın (c.c) rahmetini anlamasına, manevi derecelerinin artmasına, günahlarının affına, böylelikle cehennemden kurtuluşuna ve cenneti kazanmasına vesile olur.
Demek ki; belâ, musibet ve hastalıklar insanların acı çekmesi için verilen, dünya hayatını zindana çeviren, başıboş, manasız fiiller değildir. Bilakis beraberinde pek çok hikmeti barındıran olaylardır. Örneğin müsabakalara hazırlanan bir sporcu, kilometrelerce koşar, ağırlık kaldırır, yokuş tırmanır, saatlerce çalışır. Bunları severek yapar, bunlardan büyük bir zevk alır. Fakat spor için değil de zorunlu olduğu için bunları yapan biri bu hareketleri büyük bir zahmet ve meşakkat olarak görür. Çirkin olarak değerlendirir. Demek ki olaylar kişinin bakış açısına göre farklı değerlendirilir.
Aynen öyle de belâ, musibet ve hastalıklara hikmet nazarıyla bakılmazsa insana sıkıntı veren ve hayatın bütün lezzetlerini kaçıran olaylar olarak görülür. Fakat belâ, musibet ve hastalıklara hikmet yönüyle bakıldığında onların hayata sıkıntı veren unsurlar olmadığı, bilakis onların altında pek çok hayır ve güzelliklerin yattığı görülecektir. Bu güzelliklerin anlaşılması musibetlerdeki zorlukları, sıkıntıları ve acıları hafifletecek ve rahmete çevirecektir.
Bu makalemizde musibetlerdeki hikmetlerin bir kısmını izah etmeye çalışacağız.
İnsan bu dünyaya ahireti kazanmak için gönderilmiştir. Fakat işlenen günahlar, ahiret yurdunu kazanmaya engel olmaktadır. İnsanoğlu bilerek veya bilmeyerek hata yapar ve günah işleyebilir. Zira bir hadis-i şerifte sevgili Peygamberimiz (s.a.v), “Her âdemoğlu çok hata işler.”[4] buyurmuştur. Başımıza gelen belâ, musibet ve hastalıklar bu günahların silinmesine ve kişinin temizlenmesine vesile olur. Zira bir ayet-i kerimede Allah (c.c) mealen şöyle buyurmuştur: “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı günahlar, ihmal ve kusurlar yüzündendir. Bununla beraber Allah (c.c), o günah ve kusurların pek çoğunu da affediyor.”[5] Bu ayet başımıza gelen musibetlerin kendi fillerimizden kaynaklandığını, buna rağmen Allah’ın (c.c) o musibetlerle günahlarımızı bağışladığını ve pek çok günahımızı da kendi rahmetiyle affettiğini ifade etmektedir.
Bazı hadis-i şeriflerde de sevgili Peygamberimiz (s.a.v) bu hakikati şöyle ifade etmiştir: “Başına bir sıkıntı gelen hiçbir Müslüman yoktur ki Allah (c.c) bu sıkıntı sebebiyle ağacın yapraklarının dökülmesi gibi onun günahlarını dökmesin.”[6]
“Müslümana, vücuduna batacak bir dikene varıncaya kadar yorgunluk, hastalık, gelecekten kederlenme, geçmişten hüzünlenme, başkalarından gelen eza ve iç sıkıntısı isabet ederse, Allah (c.c) muhakkak bu musibetler sebebiyle o Müslümanın günahlarından bir kısmını affedip örter.” [7]
“Ben bir kulumu musibete giriftar ettiğimde, o kul hastalığı boyunca benden şikâyetçi olmazsa, ben de onu birçok umumi kanunların düğümlerinden salıverir ve onun eski etinden daha hayırlı bir et ve kanından daha hayırlı bir kan ile vücudunu tebdil ederim. Artık o kul, anasından doğmuş gibi olup; amellere yeni baştan başlamış olur.”[8]
Şu dünyaya imtihan gayesiyle gönderilen insana sermaye olarak geçici bir ömür verilmiştir. Verilen bu ömür sermayesi de pek kısadır. Allah (c.c) bu kısa ömür ile kuluna ahiretin yüksek derece ve nimetlerini kazandırmak ister. Onun için bazen bir saati bir gün, bazen bir günü bir sene ibadet hükmüne geçecek olan musibet ve belâları verir. Kul bu belâ ve musibetlere sabredip şikâyet etmedikçe; birçok sevaplar, manevi makamlar ve ebedi saadet olan cenneti kazanır. Bu konuda sevgili Peygamberimiz (s.a.v), “Bir kul kendisi için (cennette) hazırlanmış olan makama ameliyle erişemeyecekse, Allah (c.c) onun bedenine veya malına veya çoluk çocuğuna bir belâ verir de bu belâya sabrı sebebiyle o makama eriştirilir”[9] buyurmuştur.
“En çok belâ ve musibetlere maruz kalanlar, Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili kulları olan peygamberler, sonra evliyalar sonra derecesine göre veli kullardır.”[10] İnsanların en iyileri ve en kâmilleri olan peygamberler ve evliyalar, çektikleri hastalıklar ve sıkıntılara birer halis ibadet, Allah’ın (c.c) birer hediyesi gözüyle bakmışlar, Allah’ın (c.c) rahmetinden gelen manevi bir fırsat olarak görmüş ve sabretmişlerdir.
Başta Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere pek çok peygamberin çekmiş olduğu sıkıntılar karşısında gösterdikleri sabır bunun en güzel örneklerindendir. Eyyûb (a.s), bu örneklerin en güzellerinden birisidir. O, musibet ve hastalıklar karşısında sabrıyla ön plana çıkmıştır.
Eyyûb (a.s), on çocuğu olan[11], muhtaçlara sürekli yardım eden, cömert, varlıklı bir peygamberdi. Fakat başına gelen musibetlerle bütün varlığını kaybetmiş, on çocuğu bir anda vefat etmiş, vücudundaki hastalık diline ve kalbine kadar ulaşmıştı. Hanımı hariç etrafında kimse kalmamış, gördüğü ezalar neticesinde bulunduğu yerden hicret etmek zorunda kalmıştı. Fakat o, bu sıkıntılardan dolayı hiçbir zaman şikâyet etmemiş, daima sabır ve şükretmişti. O’nun bu sabrı Kur’an’da, “Gerçekten Biz onu sabırlı bir kimse olarak bulduk.”[12] diye övülmüştür. Fakat hastalık, kulluğuna engel olmaya başladığında şifa için dua etmişti. Allah (c.c) da kendisine eskisinden daha çok evlat, bolluk ve daha sağlıklı bir hayat vermişti. Eyyûb’ün (a.s) bu durumu ayette mealen şöyle ifade edilmiştir: “Eyyûb’u da hatırla. Hani o Rabbine, ‘Şüphesiz ki ben derde uğradım, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin’ diye niyaz etmişti. Biz de onun duasını kabul etmiş ve başına gelenleri kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere ona tekrar ailesini ve kaybettikleriyle bir mislini daha vermiştik.” [13]
İnsanın kendisine isabet eden musibet ve sıkıntılara bakıp ümitsizliğe, karamsarlığa kapılması yanlıştır. Hayatını bu psikoloji ile devam ettiren insan, maddi hastalığından binlerce kat daha ağır manevi bir yükün altında kendi iradesiyle ezilir. Şuurlu ve imtihanın farkında olan kimse her sıkıntıyı bir hediye olarak görür. Her musibeti, günahlarının affı ve ebedi bir hayatta cennet nimetlerini kazanmak için yüce yaratıcısı tarafından verilmiş bir fırsat olarak değerlendirir. Böylece o hastalık ve sıkıntılara dayanmak için manevi bir güç bulur. Mü’minler, belâ ve musibetlerin manasına ve hikmetlerine bakarak sabrederler.
Kısacık dünya hayatında insan zayıflamak için birçok sıkıntı çeker. Bir filmde başrol oynayan aktör, rolü için aylarca hatta senelerce hazırlanır, bilerek ve isteyerek sıkıntıya göğüs gerer. Çeşitli spor dallarında çok iyi başarılar elde etmiş bir kısım sporcular her gün 8-10 saat çalışarak bu seviyeye geldiklerini ifade ediyorlar. Fabrika veya holding sahibi insanlar, gecesini gündüzüne kattıklarını hatta işçilerinden daha fazla çalışıp yorulduklarını söylemektedirler. Fabrikalarda, tarlalarda, inşaatlarda zor şartlar altında çalışan bazı insanlar hayatını, sağlığını tehlikeye atarak o işlerde yıllarca sabır gösterir. Çünkü alacağı ücreti ve ödülleri, insanların beğenisini, elde edeceği makam ve şöhreti düşünerek bütün bunlara sabır ve tahammül gösterir hatta çoğu zaman lezzet alarak yapar.
İnsanın başına gelen her türlü belâ, musibet ve hastalığın karşılığı, en büyük gaye olan Allah (c.c)’ın rızasını kazanmak, ebedi bir saadete nail olup cennete gitmektir. Bu noktada insan nasıl dünyevi işlerde karşılığını bekleyip sabır ve tahammül gösteriyorsa, hastalık ve musibetlere de sabretmeli ve elde edeceği manevi makamları düşünüp isyan etmemelidir.
İnsan zayıf ve acizdir. Gözle görülemeyen ufacık bir mikroba bile mağlup olabilir. Bundan dolayı hayatını da kaybedebilir. Fakat sürekli sağlık, afiyet ve varlık içinde olan bir insan, herhangi bir musibet başına gelmediğinde bu acizliğini ve zayıflığını çoğu zaman hissetmez. Her şeyi kendi nefsinden bilip çok güçlü ve kuvvetli olduğunu zannedebilir. Allah’ın (c.c) rahmet ve kudretine ne kadar muhtaç olduğunu, O’nun rahmeti ve kudreti olmadan hayatının devam edemeyeceğini bilemeyebilir. Gaflete düşüp, şükretmeyi unutabilir. Hatta bazen bu gafleti o kadar kalınlaşır ki kibirlenerek ilahlık bile dava edebilir. Nitekim firavun haddini aşarak ve ilahlık dava ederek, “Ben sizin en yüce rabbinizim!” dedi.”[14]
İnsanın başına belâ, musibet ve hastalık gelecek olsa; o zaman hiçbir şeye hakiki manada sahip olmadığını, vücudunun etten ve kemikten meydana geldiğini, aciz ve zayıf olduğunu anlar. Her şeye gücü yeten Allah’ın (c.c) kudretiyle hayatının devam ettiğini ve O’nun rahmetiyle ihtiyaçlarının giderildiğini fark eder. Böylelikle gafletten uyanır. Nitekim bir ayette Cenâb-ı Hak mealen şöyle buyurmuştur: “İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman, Rablerine yönelerek O’na dua ederler.”[15]
Sağlık ve afiyet içinde geçen bir ömür, ölümü unutturabilir. Hayatın daimî olduğu duygusuna kapılıp, dünyaya dalmaya, günahlara girmeye, ahireti unutmaya ve ebedi hayatı kaybetmeye sebep olabilir. Bu da insan için kayıpların en büyüğüdür. Ölüm düşüncesi insanı gafletten uyandırıp, günahlardan uzaklaştırır, dünya lezzetlerine aldanıp ahireti unutmaktan alıkoyar ve ebedi saadet yurdu için çalışmaya vesile kılar. Onun için Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Lezzetleri yok edeni (yani ölümü) çok hatırlayın.” [16]
Başka bir hadiste de, “Günde yirmi defa ölümü hatırlayan, şehitlerle haşrolur.”[17] buyurulmuştur. Musibet ve hastalıklara bu yönüyle bakıldığında bizi gafletten uyandırıp ebedi hayatımızın kurtuluşuna vesile olduğu için büyük bir rahmet ve nimet olduğu görülecektir.
Allah (c.c) rahmet ve şefkati ile kullarını tehlikelerden uzaklaştırmak için bazen musibetlerle ikaz eder. Nasıl ki bir çoban, başkasının arazisine giren koyunlarını taş atarak engellemeye çalışır. Yani bir bakıma ‘yasaktır girme!’ der. Koyunlar da atılan bu taşlardan yaptıklarının yanlış olduğunu anlar ve geri dönerler. Rabbimiz de kendilerine çeki düzen vermeleri, kulluk vazifelerini yerine getirmeleri, emir ve yasakların dışına çıkmamaları için belâ, musibet ve hastalık gibi şeylerle kullarını ikaz eder. Böylece musibetler, insanları yapacakları pek çok yanlıştan vazgeçirip doğru yola sevk eder.
Bir kısım musibetler daha büyük musibetlerin gelmemesi içindir. Ayet-i kerimede mealen şöyle buyurulmuştur: “Olur ki, bir şeyden hoşlanmazsınız ama, o sizin için hayırlıdır. Olur ki bir şeyi de seversiniz, halbuki o sizin için bir şerdir. Allah (c.c) ise sizin için hayır olanı bilir de siz bilmezsiniz.” [18] Başka bir ayette de mealen, “En büyük azaptan önce, onlara mutlaka en yakın azaptan tattıracağız; olur ki dönerler.”[19] buyrulmaktadır.
Yaşanmış bir olaydan örnek verecek olursak; çocuğun birine araç çarpar. Şoför, çocuğu hemen hastaneye götürür. Doktorlar gerekli tetkikleri ve kontrolleri yaparlar. Fakat çocukta kaza ile ilgili hiçbir rahatsızlığın olmadığı görülür. Her ihtimale karşı, “bir de emar (MR) çekelim” derler. Çekilen emardan sonra çocuğun beyninde yeni oluşmaya başlayan bir tümör fark ederler. Hem doktorlar hem çocuğun yakınları hem de şoför hayret eder. Tümörün henüz bir belirtisi olmadığı için hiç kimsenin bir şeyden haberi yoktur. Alınan kararla çocuğa beyin ameliyatı yapılır, tümör alınır. Çocuk da sıhhatle hayatını yaşamaya devam eder. Çocuğun yakınları, başta çocuklarına çarptığı için öfkelendikleri şoföre teşekkür edecek hale gelirler. İşte yaşanmış olan bu trafik kazasının kendisi bir musibettir. Fakat arkasından gelişen durumlar ise daha büyük musibetin gelmesine engel olmuştur.
Mesnevide geçen bir hikayede Mûsâ (a.s) ile ilgili anlatılan bir kıssa şöyledir:
Adamın biri Mûsâ Peygambere geldi:
“Ey Mûsâ! Ne olur, dua et de ben hayvanların dilinden anlayayım ve bundan kendime pay çıkartarak daha iyi bir insan olayım,” dedi.
Mûsâ Peygamber:
“Haydi işine git, kaldıramayacağın yükün altına girme. Bu halin senin için daha hayırlıdır,” dedi.
Ama adam dinlemedi ve ısrar etti:
“Ey Mûsâ! Ne olur, hiç olmazsa kapımda yatan köpekle horozun dilinden anlayayım.”
Mûsâ Peygamber, adamı bu işten vazgeçirmek için ne kadar uğraştıysa da, olmadı. Adam ısrar etti. Bunun üzerine Mûsâ Peygamber, ona dua etti. Adam sevinerek evine döndü. Ertesi sabah hizmetçi sofrayı kurarken, bir parça ekmek yere düştü. Horoz koşarak bunu kaptı. Köpek ona kızarak:
“Ey horoz, sence bu yaptığın doğru mu? Sen buğday da yiyebilirsin arpa da. Hatta mısır da. Ama ben ekmekten başka bir şey yiyemem, neden benim yiyeceğimi kapıyorsun?” dedi.
Horoz yanıt verdi: “Haklısın… ama hiç üzülme, yarın bizim efendinin eşeği ölecek, sen de böylece karnını güzelce doyuracaksın” dedi.
Onların konuşmalarını duyan adam, hemen eşeği pazara götürerek sattı. Ertesi sabah, “Bakalım köpekle horoz ne konuşacaklar?” diye onların yanına geldi.
Köpek, horoza sitem ediyordu:
“Hani eşek ölecekti, hani bugün karnımızı güzelce doyuracaktık?”
Horoz: “Eşek elbet de öldü, ama başka yerde; çünkü efendimiz onu sattı. Ama hiç merak etme; çünkü yarın at ölecek, o zaman da daha büyük bir ziyafete konacaksın,” dedi.
Bunları duyar duymaz, adam hemen ahıra koştu, atı pazara götürüp sattı. Sevinçle evine dönerken şunları düşünüyordu:
“Bu hayvanların dilini öğrenmem çok iyi oldu. Böylece zarardan kurtuldum.”
Ertesi sabah, yine, “Acaba ne konuşacaklar?” diyerek köpekle horozun yanına gitti. Köpek yine horoza sitem ediyordu:
“Yahu horoz, bu sefer de dediğin olmadı; yoksa sen de mi yalan konuşmaya başladın?” dedi.
Horoz: “Hayır ben yalan söylemedim; at ölecekti… ancak sahibimiz onu da sattı. Sen yine de merak etme, yarın sahibimizin çok sevdiği kölesi ölecek o zaman yemekler yapılacak, helvalar dağıtılacak; hepimiz doyacağız,” dedi.
Bunu duyan adam, yine hiç beklemeden kölesini pazara götürüp sattı. Dönerken:
“Bu horozla köpeğin dilini öğrenmem iyi oldu. Bu sayede birçok zarardan kurtuldum,” diye düşünerek seviniyordu.
Ertesi gün, yine köpekle horozun yanına koştu. İkisi yine konuşuyorlardı. Köpek bu sefer çok kızgındı:
“Ey yalancı horoz, hani köle ölecek, bu sayede karnımız doyacaktı? Günlerden beri beni yalanlarınla avutuyorsun! Bu sana yakışır mı?”
Horoz: “Ben yalancı değilim,” dedi, “Köle öldü, ama burada değil, başka yerde. Çünkü sahibimiz onu da sattı. Aslında hiç iyi etmedi. Çünkü şimdi sıra kendisine geldi: İlk önce, kaza, belâ eşeğe gelecek, böylece sahibimiz kazadan kurtulmuş olacaktı. Eşeği satınca, sıra ata geldi; atı da satınca, köleye geldi. Köleyi de satınca, belâ sırası ona gelecek. Sıra onda… Yarın sahibimiz ölecek, o sayede hepimiz doyacağız,” dedi.
Bunu duyan adam ağladı, dövündü, başını taşlara vurdu; ama iş işten geçmişti.[20]
Demek başımıza gelen bazı musibetler daha büyük musibetleri engellemek için Cenâb-ı Hak tarafından bir rahmet olarak gelir. Buna karşı şikâyet değil; şükür edilmelidir.
Rabbimizin bize ihsan ettiği paha biçilmez sayısız nimetleri vardır. Fakat ülfet veya gaflet sebebiyle bu nimetlere şükretmeyi genellikle ihmal ederiz. Sahip olduğumuz bazı nimetlerin ise hiç farkında bile olmayız. Fakat musibetler sahip olduğumuz nimetleri fark etmeye vesile olur. Nimetleri bize verene sonsuz bir minnetle şükretmemiz gerektiğini hissettirir.
Pek çok şey vardır ki; zıtları olmazsa hakikati, güzelliği, değer ve kıymeti tam olarak anlaşılmaz. Bundan dolayı ‘her şey zıddıyla bilinir’ genel bir kaide olmuştur. Mesela, karanlık olmazsa ışık bilinmez. Soğuk olmazsa sıcaklık anlaşılmaz. Açlık olmazsa yemek lezzet vermez. Mide harareti olmazsa, su içmek zevk vermez. Hastalıklar olmazsa sağlık ve sıhhatin değeri bilinmez. İnsan bu kıyaslamalar vasıtasıyla varlıkların kıymet ve değerini anlar.
Hastalık ve musibetler olmasaydı insanın hayatı tekdüze ve monoton bir şekilde devam ederdi. İnsan hayat, zaman, sağlık, sıhhat ve afiyet gibi nimetlerin farkına varamazdı. Mesela güneş her sabah doğar akşam batar. Bu süreklilik çoğu zaman ondaki nimeti fark etmemize perde olur. Fakat kışın soğuğuyla yüzleştiğimizde ondaki nimeti idrak etmeye başlarız. Veya sıhhat içinde hayatımız devam ettiğinde sahip olduğumuz nimetleri fark edemeyiz. Hastalıklar bu nimetlerin büyüklüğünü bize fark ettirir. Rahat oturabilmenin kıymetini oturmayla ilgili problemi olan; konuşabilmenin kıymetini konuşma problemi yaşayan, rahat nefes alıp vermenin kıymetini, nefesle ilgili sıkıntı yaşayan; tat almanın, koku alabilmenin, yutkunabilmenin… ne kadar büyük nimet olduğunu bu konularda musibete düşmüş olanlar daha iyi anlar ve bu nimetlerden dolayı Allah’a (c.c) daha çok şükrederler.
Bediüzzaman hazretleri de bu noktada şöyle demiştir: “eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet, gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hâtırına getirmek istemez. Sermâye-i ömrünü (ömür sermayesini) bâd-ı hevâ boş yere sarfettirir. Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücûduna ve cismine der ki: “Lâyemût (ölümsüz) değilsin, başıboş değilsin, bir vazîfen var. Gururu bırak, seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öylece hazırlan!”[21] “Bu hastalık senin başında veya elinde veya midende olmasaydı; sen, başın, elin, midenin sıhhatindeki lezzetli, zevkli nimet-i İlahiyeyi hissedip şükreder miydin? Elbette şükür değil, belki düşünmeyecektin. Şuursuz, o sıhhati gaflete belki sefahete sarfederdin.”[22]
Sabretmek şartıyla musibetler birer nimettir. Allah (c.c), musibetler vasıtasıyla kuluna hayır vermek ister. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Allah (c.c) kime hayır vermeyi murad ettiyse, onu musibetlerle imtihan eder.”[23]
Yüce Rabbimiz bir hadis-i kudside, “Kullarımdan herhangi birine, bedeninde, malında veya evladında bir musibet tevcih ettiğim vakit, bu musibeti sabr-ı cemil ile karşılarsa, kıyamet günü onun için mizan kurmak ve defter açmaktan haya ederim”[24] buyurmuştur.
Başka bir hadis-i kudside Allah-u Teâlâ (c.c), “Ben kimin iki sevdiğini almışsam ve o da sevabını umarak sabretmişse, ona cennet dışında bir mükâfat vermeye razı olmam.”[25] buyurmuştur.
Bir hadis-i şerifte de Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), “Malı gitmeyende, parası bitmeyende ve hasta olmayanda hayır yoktur, çünkü Allah-u Teâlânın (c.c) sevdiği kul, belâya maruz kalır.”[26] buyurmuştur.
Dünya imtihan yeridir. Lezzet ve ücret yeri değildir. Allah (c.c) kulunu açlık ve tokluk, fakirlik ve zenginlik, afiyet ve musibet, hayat ve ölüm gibi farklı vesilelerle imtihan eder. Böylelikle iman edenlerle etmeyenler, itaat edenlerle isyan edenler, cennete layık olanlarla cehenneme müstahak olanlar birbirinden ayrılmış olur. Zira ayet-i kerimelerde mealen, “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.”[27] “Andolsun, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz.”[28] buyrulmuştur.
Kâmil insanlar, Rabbimizden gelen her şeyi bir imtihan sebebi olarak görmüşler. Allah’tan (c.c) gelen kahra da lütuflara da aynı bakmışlar; küfür, günah ve dalalet hariç her şeyden dolayı Allah’a (c.c) şükretmişlerdir.
Yunus Emre hazretlerinin şu dizeleri bu halin bir terennümüdür.
Cana cefa kıl ya vefa
Kahrın da hoş, lütfun da hoş,
Ya derd gönder ya deva,
Kahrında hoş, lütfun da hoş.
Hoştur bana Senden gelen:
Ya hil’at ü yahut kefen,
Ya taze gül, yahut diken.
Kahrında hoş lütfun da hoş.
Gelse celalinden cefa
Yahut cemalinden vefa,
İkisi de cana safa:
Kahrın da hoş, lütfun da hoş.
Dünya hayatının sermayesi olan ömür pek kısadır. Fakat bu kısa ömürde Rabbimizin rızasını kazanmak gibi önemli bir vazife, ebedi saadet yurdu olan cenneti kazanmak için de yapılacak lüzumlu pek çok işler vardır. Merhamet sahibi olan Rabbimiz bu kısa ömrün ebedi güzel neticeleri kazandırması için dakikası saat, günü ay veya yıl kadar sevap kazandıracak musibetleri bize verir. Böylelikle kul o musibetlere sabır içinde şükrettikçe, uzun bir ömürde ancak kazanılabilecek sevapları kısa bir ömürde kazanır. Bu konuda Bediüzzaman hazretleri şöyle buyurur: “Evet hastalıkla geçen bir ömür, Allah’dan (c.c) şekvâ (şikayet) etmemek şartıyla, mü’min için ibâdet sayıldığına rivâyet-i sahîha (sahih rivayet) vardır. Hatta bazı sâbir (sabreden) ve şâkir (şükreden) hastaların bir dakikalık hastalığı, bir saat ibâdet hükmüne geçtiği ve bazı kâmillerin (olgun insanların) bir dakikası, bir gün ibâdet hükmüne geçtiği, rivâyât-ı sahîha ile ve keşfiyât-ı sâdıka (sadık keşifler) ile sabittir. Senin bir dakika ömrünü, bin dakika hükmüne getirip, sana uzun bir ömrü kazandıran hastalıktan teşekkî (şikâyet) değil, teşekkür et.”[29]
Bu konuda gelen bazı rivayetlerde Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Mükâfatın büyüklüğü belânın büyüklüğü ile (orantılıdır). Allah (c.c) bir cemaati sevdi mi onları musibete müptela eder. Kim bundan razı olursa Allah da (c.c) ondan razı olur, kim de razı olmazsa Allah da (c.c) ondan razı olmaz.”[30]
“Kıyamet günü, afiyet ehli kimseler, belâ ehline sevapları verilince, dünyada iken derilerinin makaslarla kazınmış olmasını temenni edecekler.” [31]
İhlas, bir şeyi samimane yapmak demektir. İbadette ihlas, başkalarının ne dediğine bakmadan bir şeyi sırf Allah’ın (c.c) rızasını umarak yapmaktır. Allah (c.c) katında en makbul olan, mükafatı en büyük olan ibadet ihlastır ve yegâne kurtuluş sebebi de budur.
Kişi başına gelen musibetten dolayı çaresiz kalmışsa, sebeplerin hiçbir tesirinin olmadığını, Allah’tan (c.c) başka hiçbir ümidinin kalmadığını, O’nun rahmetine ne kadar muhtaç olduğunu anlar. Riyasız, samimiyetle Allah’a (c.c) yönelir. Böylelikle ihlas ile Rabbine yalvarmaya, ibadet etmeye başlar. Bu yönüyle musibetler, sebeplerin hiçbir tesirinin olmadığını hatırlatan, bizi samimâne Allah (c.c)’ın rızasına yönlendiren vesilelerdir.
İbadet iki kısımdır: Bir kısmı namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi ibadetlerdir. Diğeri de başa gelen hastalık ve musibetlere, Cenâb-ı Hakkın rızasını düşünerek sabır ve tahammül etmektir. Bediüzzaman hazretleri bu konuyu şöyle izah etmiştir, “Musibete uğrayan bir kimse zaafını ve aczini hissedip, Rabb-i Rahîmine sığınıp teveccüh edip (yönelip), O’nu düşünüp, O’na yalvararak hâlis bir ubudiyet (samimi bir kulluk) yapar. Bu ubudiyete riyâ giremez, hâlistir.”[32]
İnsanlık tarihini incelediğimizde teknik anlamda ortaya konan birçok yeni keşif ve icadı “ihtiyacın” tetiklediğini görürüz. İhtiyaç fen ve teknolojide ilerlemenin temel kaynağıdır. Her alanda hayatını kolaylaştırmak isteyen insanoğlu her ihtiyacı fırsata çevirmiş, çalışmış, zamana ve şartlara uygun olarak bilim ve teknolojiyi günümüz seviyesine getirmiştir. Karşılaştıkları sıkıntılar ve şartların zorluğu insanın bilgi ve becerisinin gelişimine zemin hazırlamıştır.
Afetlere, musibet ve hastalıklara bu yönden bakacak olursak, seller, kasırgalar insanları daha sert zeminlere yönlendirerek, dere kenarına, yumuşak ve zayıf zemine ev kurmamasını öğretmiştir. Depremler ise insanoğlunun daha sağlam evler yapmasına sebep olmuştur. Hastalıklar ise “tıp” alanında farklı tedavi şekillerini, hastalıklardan korunma yollarını, çeşitli ilaç üretimini sağlayarak insan sağlığına hizmet etmiştir. Geçmişte çaresiz hastalık olarak görülen, direkt ölüme sebep olduğu düşünülen nice hastalıklar, bugün yapılan araştırmalar neticesinde gayet kolay tedavi edilmektedir. Meseleyi bu noktadan değerlendirdiğimizde hastalık ve musibetlerin bir yönüyle insanın daha iyi hayat sürmesine, hayat standartlarının artmasına vesile olduğu görülecektir.
İnsanın başına gelen bazı musibetler, diğer insanların rikkatine yani şefkat ve merhametine sebep olur. Zor durumda olan bir insana karşı merhamet ve yardım etme duyguları kabarır. Netice itibariyle yardıma muhtaç olan kişi ile ona yardım eden ya da edenler arasında sıkı ve kuvvetli bir bağ meydana gelir. Bediüzzaman Hazretleri bu durumu şöyle izah eder, “Ey hasta kardeş! Senin hastalığında maddî elem(acı) var; fakat o maddî elemin tesirini izâle edecek(kaldıracak) ehemmiyetli bir manevî lezzet seni ihâta ediyor(kuşatıyor). Çünkü peder ve validen ve akraban varsa, çoktan beri unuttuğun gayet lezzetli o şefkatler senin etrafında yeniden uyanıp, çocukluk zamanında gördüğün o şirin nazarları yine görmekle beraber; çok gizli ve perdeli kalan etrafındaki dostluklar, hastalığın câzibesiyle yine sana karşı, muhabbetdârâne(sevgiyle) baktıklarından, elbette onlara karşı senin bu maddî elemin çok ucuza düşer.” [33]
Yani ıztırabını hafifletecek bir lezzetin var. O lezzet vasıtasıyla hastalığının maddi acısını manevi olarak azaltacağını göreceksin. Annen, baban, akraban uzun zamandan beri görüşmediğin akrabaların ve dargın olduğun bir kısım dostlarının, bu musibet vasıtasıyla onların şefkatlerini, merhametlerini ve muhabbetlerini tekrar kendine çekeceksin. Dostların sana eskiden olduğu gibi şirin ve merhametli bir nazar ile bakacaklar. Onların muhabbetlerine sebep olan bu musibet sana büyük bir kazanç sağlayacaktır. Bundan dolayı şikâyet değil şükretmelisin.
Çocukların başına gelen hastalıklar, çocuklar için ileride yaşanacak sıkıntılara bir dayanıklılık kazandırmak, gelecek hastalıklar için şimdiden bir nevi aşı olmak, ruhen terbiyelerini ve manevi yükselmelerini sağlamak ve hastalıktan gelen sevaplara ana babasını da hissedar etmek gibi birçok hikmetleri vardır.
Sonuç itibariyle insanın başına gelen musibet ve hastalıkların manevi olgunluğa kavuşmak, ebedi saadet yurdu olan cenneti kazanmak ve Allah’ın (c.c) rızasını elde etmek gibi daha birçok fayda ve hikmetleri vardır. Bu noktada insan nasıl dünyevi işlerinde elde edeceği menfaati düşünerek sabır ve tahammül gösteriyorsa hastalık ve musibetlere de elde edeceği manevi makamları da düşünerek sabretmeli, şikâyet ve isyan etmemelidir.
[1] İlhan Ayverdi, “Hikmet”, Kubbe altı Lügati (Misalli Büyük Türkçe sözlük) (İstanbul: Kubbe Altı Neşriyat, 2006), 2: 1270.
[2] İlhan Kutluer,“Hikmet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1998), 17: 514-518.
[3] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 2. Baskı (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2016), 2:326.
[4] Tirmizî, “Kıyame”, 49 (2499).
[5] Şura, 42/30.
[6] Buhari, “Merda”, 2.
[7] Buhari, “Merda”, 1.
[8] Cami’us-Sağîr, 6061.
[9] Ahmed b. Hanbel, “Müsned”, V/272.
[10] Tirmizî, “Zühd”, 57 (2398).
[11] Ömer Faruk Harman, “Eyyûb”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1995), 12: 16-17.
[12] Sad, 38/44.
[13] Enbiya, 21/83-84.
[14] Nâziât, 79/24.
[15] Rum, 30/33.
[16] Nesai, “Cenaiz”, 3 (1822).
[17] İmam Gazalî, İhyâu ‘Ulûmi’d-D’in, trc. Ahmed Serdaroğlu (İstanbul: Bedir Yayınevi, 1975), 4:806.
[18] Bakara, 2/216.
[19] Secde, 32/21.
[20] Mevlânâ, Mesnevî, çvr: Tâhirü’l-Mevlevi, İz Yayıncılık, 2. Baskı, (İstanbul, 2011). III: 223-228.
[21] Bediüzzaman (Said Nursi), Lem'alar, (Isparta: Hayrat Neşriyat, 2015), 212.
[22] Bediüzzaman, Lem'alar, 215.
[23] Buhari, “Merda”, 1.
[24] Hadis'i Kûdsi / Hakim, Deylemi
[25] Tirmizi, “Zühd”, 58.
[26] Ebu Davud
[27] Bakara, 2/155.
[28] Ali İmran, 3/186.
[29] Bediüzzaman, Lem'alar, 212.
[30] Tirmizi, “Zühd”, 57 (2396).
[31] Tirmizi, “Zühd”, 59 (2402).
[32] Bediüzzaman (Said Nursi), Lem’alar, (İstanbul: Hayrat Neşriyat Osmanlıca Nüsha, 2015), 6.
[33] Bediüzzaman, Lem'alar, 225.