Dine ve maneviyata dayanan müsbet olan İslamî milliyetçilik ise, bir buçuk milyar insanın kardeşliğini ve muhabbetini sahibine kazandırır. Hem kabir kapısına kadar değil, Cennette ebedi olarak devam edecek bir kardeşlik ve muhabbeti ve onlara şefaatçi olmak, faatlerinden istifade etmek ve âhirete gitse bile geride kalan Müminlerin dua ve sevablarından kazanmak gibi daha birçok faydaları kazandırır.
Birbirinizi tanımanız ve sosyal hayata ait olan ilişkilerinizi bilmeniz için sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yarattım. Yoksa birbirinizi inkâr ederek yabancı gibi bakmak ve düşmanlık etmeniz için sizi kabile kabile yaratmadım.” (Hucurat Sûresi, 13)
Bu âyet-i kerimenin ifade ettiği tanışma ve yardımlaşma düsturunu Risale-i Nur’lardaki açıklamalara göre şöyle ifade edebiliriz:
Nasıl ki bir Ordu kolordulara, tümenlere, tugaylara, alaylara, taburlara, bölüklere, takımlara, mangalara ayrılır. Ta ki her askerin ayrı ayrı ve birçok ilişkileri ve o ilişkilere göre görevleri tanınsın ve bilinsin. Ve o ordunun fertleri yardımlaşma düsturuyla devleti için gerçek bir vazifeyi yerine getirsin. Bu sayede toplum hayatı düşmanın saldırısından kurtulsun. Yoksa ordunun böylece kısımlara ayrılması, bir bölüğün diğer bir bölüğe karşı rekabet etmesi ve bir taburun diğer bir tabura düşmanlık etmesi için değildir.
Aynen bunun gibi, İslamî toplum, milletlere ve kabilelere ayrılmış büyük bir ordudur. O orduyu birbirine bağlayan birlik ve beraberliklerini oluşturan, Hâlık’ı (yaratanı), Râzık’ı (rızık vereni) ve Cenâb-ı Hakk’ın bin bir esması, peygamberi, kitabı, kıblesi, memleketi gibi binden fazla birlik bağları vardır. Bütün bu bağlar, Müslümanların kardeşlik ve muhabbetlerini, birlik ve beraberliklerini gerektirmektedir.
İşte bu kadar ortak noktaları oluşturan birler, müminler arasındaki kardeşliği, muhabbeti ve birliği gerektiriyorlar. Demek Müslümanların kabile ve taifelere ayrılmaları, yukarıdaki ayetin ilan ettiği gibi tanışmak ve yardımlaşmak içindir. Birbirini inkâr etmek ve birbirine düşman olmak için değildir.
Evet, ihtilaf ve düşmanlığı netice veren, çakıl taşları gibi ehemmiyetsiz sebeplere binaen, müminler arasındaki muhabbeti, birlik ve beraberliği ve din kardeşliğini bozmak, bütün bu birlik bağlarını hiçe saymaktır. Aynı zamanda ehemmiyetsiz olan sebepleri, iman ve İslamiyet gibi birlik ve beraberliği gerektiren sebeplerden üstün tutarak o bağlara karşı bir hürmetsizlik ve isyan etmektir.
Maalesef bu zamanda milliyetçilik fikri çok ileri gitmiştir. Özellikle aldatıcı Avrupa zalimleri, bu fikri Müslümanlar arasında menfi bir şekilde çokça uyandırıyorlar. Ta ki Müslümanları parçalayıp yutsunlar.
Milliyetçilik fikri iki kısma ayrılmaktadır. Birisi, İslamiyet’in kabul etmediği ırkçılıktan ibaret olan menfi milliyetçiliktir. Bu kısım, uğursuz ve zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenip kuvvet alır. Diğer milletlere düşmanlık ederek hayatını devam ettirir. Uyanık davranır. Böylesine bir milliyetçilik ihtilafa ve karışıklığa sebep olur.
Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman edilmiş:
Yani “İslamiyet kendinden önceki cahiliye denilen şirk ve küfür dönemine ait ırkçılığı kökünden kesip atmıştır.” (Buhârî, ahkâm:4)
“Irkçılığa davet eden bizden değildir.” (Ebu Davud)
“Irkçılık üzere savaşan bizden değildir.” (Ebu Davud)
“Irkçılık üzere ölen bizden değildir.” (Ebu Davud)
Bu hadislere dair âlimler: “Buradaki ırkçılıktan maksat kişinin kavmine, ister haklı ister haksız olsun, yardım etmesidir. Haksızlık noktasında yardım etmek haram olduğundan, o haramı helal kabul ederek ırkçılık yaparsa dinden çıkar. Haram olduğunu bile bile yaparsa, günaha girer. Peygamberimizin yolundan hakkıyla gitmemiş olur.” demişlerdir.
Yine Peygamberimiz ferman etmiş: “En hayırlınız kavmi günaha girmedikçe (İslamiyeti yaşamaları için) onları müdafaa edendir. (Ebu Davud)
Kur’ân-ı Kerim de ferman etmiş:
“Kâfirler, kalplerine cahiliyet taassubundan (menfi milliyetçilikten) ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resûlünün ve Mü’minlerin üzerine (kalplere huzur veren) sükûnet ve emniyetini indirdi ve onları takvâ sözüne (kelime-i şehadete) bağlı kıldı. Zaten onlar buna çok lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise her şeyi hakkıyla bilendir.” (Fetih Sûresi, 26)
İşte yukarıdaki hadis-i şerifler ve ayet-i kerîme kesin bir şekilde menfi milliyeti ve ırkçılık fikrini reddederek kabul etmiyorlar. Çünki ikinci kısım milliyetçilik olan yüce İslamî milliyetçilik ona ihtiyaç bırakmıyor.
Evet, hangi ırk var ki, bir buçuk milyar ferdi bulunsun? Ve o ırkçılık fikri İslamiyet yerine, fikir sahibine bu kadar kardeşi, hem ebedi kardeşi, kazandırsın?
Bir zaman tıp fakültesinde okuyan Ali isminde bir kardeşimiz, arkadaşlarıyla birlikte bize misafir olarak geldi. Sohbet esnasında:
“Ağabey ben süper bir ülkücüyüm. Ona göre konuşup sohbet edelim.”dedi.
Mert konuşmasından dolayı takdir ederek:
“Dine, vatana ve millete düşman birisi de olabilirdin. Allah’a şükür ki böyle birisi değilsin.” dedim.
Sohbetimize devam ederken dedim ki:
“Ali kardeş, pazarcılık yapan bir ticaret erbabını düşünelim. Aynı günde iki semtte pazar var. İkisinden birisine gitmek mecburiyetinde. Birisine gitse günde ancak 300 milyon kazanabilecek. Diğerine gitse bir buçuk milyar kazanabilecek bir durum var. İkisinden birisini tercih etmeye mecburdur. Sen o pazarcının yerinde olsan ne yaparsın.” dedi ki:
“Ağabey akıl var mantık var. Elbette bir buçuk milyar kar getiren pazar tercih edilir.” ben de:
“Aklı başında olan bir kimse 300 milyon kârı bir buçuk milyara
hiç tercih eder mi? dedim.
“Hayır, asla etmez.” dedi.
“Acaba Dünya’da safkan Türk olarak kaç milyon insan vardır?” dedim. O da:
“300 milyon civarında vardır.” dedi.
“Pekâlâ, Dünya’da ne kadar Müslüman bulunur?” dedim.
“Türklerin de içinde bulundukları, yaklaşık bir buçuk milyar Müslüman vardır.”dedi.
“Aynen bu misal gibi milliyetçiliğin kazandırdığı kâr olarak bir insan topluluğu vardır. O topluluğun sağlamış olduğu kardeşlik ve muhabbetten kaynaklanan bir lezzet ve zevk vardır. Eğer o milliyetçilik dinle ve maneviyatla alakası olmayan menfi milliyetçilik denilen ırkçılıktan ibaret bir durumda olursa, bütün o topluma karşı sahibine kazandırdığı kardeşlik ve muhabbet ancak kabir kapısına kadar devam eder.
Fakat dine ve maneviyata dayanan müsbet olan İslamî milliyetçilik ise, bir buçuk milyar insanın kardeşliğini ve muhabbetini sahibine kazandırır. Hem kabir kapısına kadar değil, Cennette ebedi olarak devam edecek bir kardeşlik ve muhabbeti ve onlara şefaatçi olmak, şefaatlerinden istifade etmek ve âhirete gitse bile geride kalan müminlerin dua ve sevablarından kazanmak gibi daha birçok faydaları kazandırır. Üstelik bu müsbet milliyetçiliği yaptığın takdirde, o Müslümanların arasında Türkler de bulunduğundan, onlara karşı muhabbet ve kardeşliğini kaybetmediğin gibi muhabbetini sonsuzlaştırıyorsun. Şimdi düşün. Aklı başında olan bir insan bu ikisinden hangisini tercih etmelidir? Kararı sen ver.”
O samimi olan arkadaşımız sohbetimizden sonra ayrılıp gitti. Ertesi gün sohbete tekrar geldi.
“Nerelisin” diye sordum. İlini söyledi. Hangi milletten olduğunu sordum. Hemen ellerini kaldırarak:
“Elhamdülillah ben Müslümanım!” dedikten sonra:
“Hani dün anlatmıştınız ya, onun için bu cevabı verdim.” dedi ve Çerkezlerden olduğunu söyledi.
Bu hâdise, düşünen her Müslüman için geçerli bir hakikattir. Rabbim bizi hissiyatımıza mağlup eylemesin. Hak ve hakikati yaşayan kullarından eylesin. Âmin.
“İslamiyet kendinden önceki cahiliye denilen şirk ve küfür dönemine ait ırkçılığı kökünden kesip atmıştır.” Hadîs-i Şerif
“Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zâlimlere karşı اِنَّمَا الْمُومِنُونَ اِخْوَةٌ (Muhakkak mü'minler kardeştir. HUCURÂT, 13) kal'a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.
Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı müvazenede bulunsa; bir küçük taş, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir. Birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz.”
(22. Mektub) Bedîüzzaman Said Nursî (rh)
Kaynak: irfanmektebi.com