Risâle-i Nur tarihindeki önemli buluşmalardan birisi belki de birincisi Bedîüzzaman Hazretleri ile Ahmed Husrev Efendi arasında Barla’da gerçekleşmiştir. Bu vuslatın ihtişamı, bugünden geçmişe bakıldığında çok daha iyi anlaşılmaktadır.
Zira tarih, bu vuslatın bereketiyle, milyonlarca mü’minin imanlarını kurtaracak hidâyet derslerini aldıklarına şahit olmuştur. Çünkü bu vuslat, Asrın İmamı olan Nur Risâleleri ’müellif’inin, ‘nâşir’ine yani eserlerini yayacak, muhtaç kalplere ve dimağlara ulaştıracak elmas kalemli başkâtibine kavuşmasıdır…
Ahmed Husrev Efendi, 1931 senesinde Bediüzzaman Hazretleri ile tanışmak üzere hazırlıklarını yaptı ve “Ehl-i kemâlin huzûruna yürüyerek gidilir” diyerek yaklaşık kırk kilometrelik yolu yürüyerek kat etti. Husrev Efendi heyecanla Barla’ya doğru ilerlerken Bediüzzaman Hazretleri de kerâmeten istikbâlde tüm talebelerine numûne-i imtisâl olarak göstereceği talebesini, dava arkadaşını karşılamak üzere Barla’dan aşağıya doğru inmekteydi.
Bediüzzaman Hazretleri ve Husrev Efendi, Hazret-i Üstâd’ın ‘Yetmiş bin horasan erlerinin pîri’ dediği Karacaahmet türbesi yakınlarında buluştular. Şüphesiz bu buluşma yirminci asrın en mühim buluşmalarından birisiydi. Manevî fotoğraf makinelerinin felâket ve helâket asrında kaydettiği en gülşen yüzlü resim de bu idi.
Îman mektebinin çilekeş muallimi, aziz üstad Bediüzzaman Hazretleri altınbaşlı omuzdaşına, kerâmetli elmas kalemine, Türkiye’nin manevî halaskârına, talebelerinin ağabeysine, kendisine ömrünün bir miktarını vereceği hayrulhalefine kavuşmuştu artık. Husrev Efendi de yıllardan beri aradığı mürşidini, üstadını, hâmisini, hocasını bulmuştu. Üstadını bulmaktan neşet eden mesrur hâlini şöyle kaleme dökmekteydi:
“Mücrim talebeniz senelerden beri Hâlikından bir hâmi istiyordu. Baştan aşağıya kadar siyahlıklarla dolu olan defter-i a’mâlim tedkik edilse, bu hususta ne kadar tazarru’ ve niyazım vardır ve ne kadar gözyaşlarım bulunacaktır. Kur’ânî hizmet uğrunda, arzın sekenesi kadar hayatım olsa, her birisini fedâ etmeyi, ne büyük saâdet ve şeref kabul etmişim. Ey sevgili üstâdım! Ey kıymettâr hocam! Ey senelerden beri aradığım muhterem mürşidim! Ey aziz dellâl-ı Kur’ân!”
SÂDIK RÜYÂLAR
Yine Isparta’dan Barla’ya yazdığı mektûbunda Risâle-i Nûr hizmeti ile ilk tanıştığı vakitlerdeki sevincini ve rûhundaki fırtınaları iki sene önce gördüğü rüyalarla birlikte şöyle dile getirmektedir:
“Sevincimden mektubunuzu takbil ediyor; ruhum sizinle yaşadığı halde, cismen uzak bulunduğumuzdan ağlıyordum. Zaman oluyor ki, gözlerimden dökülen yaşları yazı yazmak veyahut Risâleleri okumakla teskin edebiliyorum. Zaman oluyor kalbim mütemadiyen ağlıyor, âh sevgili Üstâdım. Sizden pek büyük istirhamım budur ki: Beni afvediniz. İki-üç seneden beri dünyayı sevmez olduğum halde kurtulamadığımdan çok müteessirim. Issız sahralar, susuz çöller, ruhumun birer meskeni oluyor. Hayâlen oralarda dolaşıyorum. Güya bir şey arıyorum.
Evet, bir şey arıyorum. Heyhât, aradığım hem çok yakın, hem çok uzak görünüyor. Bilmiyorum daha ne kadar zaman bu hâl içerisinde çırpınacağım. Evet, yine pek çok müteşekkirim. Nasıl teşekkürüm hadsiz olmasın. Henüz bir sene oldu; iki gece birbiri üstüne gördüğüm iki rü’yâ-yı sâdıkada, temelleri atılmakta olan büyük bir gülyağı fabrikasının kâtibliğine tâyîn edilmiş ve işe mübaşeret etmiştim. Bu rü’yâ târihinden iki ay sonra Risâleleri yazmağa başladım. Ve bilhassa Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci ve Sekizinci Mes’elelerinde, hizmetimizin makbuliyeti ve rızâ-i İlâhî dâhilinde olduğu pek açık bir lisanla yazılması, âciz talebenizi de dilşâd etmiş bulunuyor. Sevgili Üstâdım, Allah sizden ebeden razı olsun.”
Üstad Bediüzzaman Hazretleri ise Husrev Efendi’nin gördüğü sâdık rüyaları ve Risâle-i Nûr hizmetine dâhil oluşunu şu iltifatlarla kaleme almıştır: “Evet kardeşim, sen bir bahçe-i ebedî olan Kur’ân-ı Hakîm’in Cennetinden Gül-ü Muhammedî (A.S.M.) namında, hadsiz nuranî hakikatların fabrikası hükmünde, tefsir-i hakâik-ı Kur’âniye etrafında halka tutan ve sizin gibi çarklardan mürekkeb olan bir cemâat-ı mübâreke içinde en has ve en yüksek mertebeye kâtib tayin edildiğine, o rü’yâ beşaret verdiği gibi, biz de beşâret ediyoruz.”
Husrev Efendi’nin Risâle-i Nûr’a Hazret-i Üstâd’ın ifâdesiyle tamamıyla hizmete teslîm olmasının 30. Sözü okuduktan sonra gördüğü rüyadan sonra olduğunu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifâde etmiştir:
“Hem Hizmet-i Kur’âniyede mühim bir rükün olan Husrev, o risalenin (Otuzuncu Söz) kendisine tesliminden mukaddem, Peygamber Aleyhissalatü Vesselâmla münasebattar bir rüya görmüş. Bu Söz, gördüğü rüyanın hakikatlerini tabir ettiğini, bu Sözün o gün eline geçmesiyle görmüş. Ve bu rüya onun için bir keramet-i kat’iye hükmüne geçmekle, tamamiyle hizmete teslim olmuş ve Nûrun kahramanı olmuştur.”
“SÖZLERİNİZİN HER BİRİ BİRER DERYÂ-YI AZÎMDİR!”
Husrev Efendi Risâle-i Nûr’u büyük bir iştiyak ve heyecanla okumakta ve yazmaktadır artık. Mefkûresi, nihâyet gıdasını bulmuştur ve rûhundaki fırtınalar yerini manevî bir iklime bırakmıştır. Üstâdına yazdığı mektuplarda bu heyecan ve iştiyakını ve Risâle-i Nûr’un kendisinde yaptığı tesirâtı defalarca dile getirmektedir:
“Sözlerinizin (yani Risâlelerinizin) her biri birer deryâ-yı azîmdir. Sözlerinizden pek çok feyz alıyorum. O kadar ki, okudukça tekrar etmeyi istiyorum. Ve tekrarında duyduğum İlâhî bir zevki târif edemiyeceğim. Bugün Sözlerinizden değil hepsini, bir tanesini alan insaf ile okursa, hakkı teslime ve münkir ise gittiği yolu terke, fâsık ise tevbeye mecbur olacağına kat’iyyen ümidvârım.”
“BÂREKÂLLAH, SEN DE O MENZİLİ ÇOK GÜZEL SÜSLENDİRMİŞSİN!”
Nûrun kahraman talebeleri ve Aziz Üstad’ları mektuplaşmalarını 27. Mektûb nâmındaki risâlenin sathında yapmaktaydılar. Bediüzzaman Hazretlerine göre bu risâle bu hüviyetiyle nûrânî bir meclis, yüksek bir medrese salonu idi. Bu meclis ve medresede Kur’ân’ın münevver, mübârek şâkirdleri içinde birbirleriyle mânen müzakere ve müdâvele-i efkâr ediyorlar ve Kur’ân’dan aldıkları dersleri arkadaşlarına söylüyorlardı. Meclis-i Nûrânîde, yüksek medrese salonunda Elmas Kalem’in kelimeleri vardı şimdi.
Husrev Efendi yazdığı birbirinden samîmî ve hâlis mektuplarla o meclis ve medreseye dâhil olmuştu. Meclisin pîri, medresenin baş müderrisi, üstadı Bediüzzaman Hazretleri onun gelişini şu cümle ile karşıladı: “Şu Risale… Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan Risâlelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Her biri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. Bârekâllah, sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin.”
Mektuplarının ve yazdığı risâlelerin üstadını memnûn etmesi Husrev Efendi için en büyük hamd ü senâ vesilesidir. Bıkmadan, usanmadan, yorulmadan Risâleleri okumakta, okudukça hissiyâtı feverân etmekte; doğduğundan beri ikliminde büyüdüğü Kur’ân’ın nûruyla lebâleb dolmakta idi.
GÜL FABRİKASI
Husrev Efendi bazı vakitler Barla’ya gitmekte Üstadı ile bizzat görüşmektedir. Ancak günlerinin çoğu Isparta’da Risâle-i Nûrları okumak ve yazmakla geçmektedir. Her gün bir yandan dava arkadaşları Re’fet, Rüşdü ve Lütfi Efendilerle uzun sohbetler etmekteler bir yandan da devamlı Barla’dan Isparta’ya haberler, mektuplar, risâleler getiren Bekir Ağa’nın yolunu gözlemekteydiler. Husrev Efendi, Risâle-i Nûr hizmetiyle tanışalı henüz bir sene olmuştu ama hayatında çok şeyler değişmişti.
Şimdi ruhlarında azim akisler ve tesirler yapan Nûr Risâlelerini neşretmek vaktiydi. Anadolu halkının bu risâlelere ekmek gibi su gibi ihtiyacı vardı. Kurt gövdenin içine sızmış milletin can damarlarını kesmekle meşguldü. İman ve tevhid sütunlarına ağır darbeler indirilmek isteniyordu. “Şehâdetleri dînin temeli” olan, tevhîd ve nübüvvetin mukaddes îlâncısı ezanlar susturulmuştu. Her köşesi Kur’ân harfiyle süslü memlekette Kur’ân’lar yakılmakta, Kur’ân okuyan diller lâl edilmekteydi. Artık “Gül Fabrikası” faaliyete geçmeli, “Elmas Kalem” daha çok siyah nûr olan mürekkep sarfetmeliydi. Milyonların îmanlarının kurtulmasına vesîle olacak, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifâdesiyle “Husrev’in Sistemi” neşir hizmetini bitemâmihâ deruhte etmeliydi.
Husrev Efendi, Risâle-i Nûrlarla tanışmadan iki sene önce bir biri üstüne gördüğü iki rüyâda kendisini bir gülyağı fabrikasının başkâtibi olduğunu görmüş, Üstadı da ona “Gül Fabrikası” ünvânını vermişti. Doğumunda Kâmil Efendi tarafından “Gülşen-i Mehdî” diye yaptığı tavsif işte şimdi tahakkuk etmiş, Kur’ân nûruyla gönlü parlayan, gönlünün nûrâniyete sîmâsına akseden bir evlâd-ı Resûl memleketin aktârına gül-i Muhameddî’nin râyiha-i tayyibesini, lâtif kokularını neşretmeye hazırlanmaktaydı.
Barla’nın muazzez ve muhterem misafiri neş’e içindeydi. Risâle-i Nûr talebeleri neş’e içindeydi. Semâ, arz ve Anadolu neş’e içindeydi. Cehennem içerisinde Cennetin cilveleri yaşanmaktaydı. Yeis tohumları yerine şimdi ümit tohumları yeşermekteydi. Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu ispat edecek eserler sâhipsiz değildi artık. Asrın müceddidi mümtaz talebeler bulmuştu kendisine. Son devrin Kur’ân hizmetkârlarını kader Barla’da toplamış binbir türlü kürbet ve mihnetlerle sarsılan ümmet-i Muhammed’in imdâdına sevketmişti. “Biz Âl-i Beyt’ten birer Gavs her kürbet ve şiddet zamânında imdâda yetişiriz” buyuran Hz. Ali Kerremallahü Vechehû’nun bir kerâmeti daha tezâhür etmekteydi.
Akıllara nûr, kalplere sevgili, nefislere terbiye edici Kur’ân’ın manevî mucizesi Risâle-i Nûrlar ve onun yılmaz, yorulmaz, kahraman, civanmert, sahabelerin küçük kardeşleri mesabesindeki talebeleri kalemleriyle ve kelâmlarıyla Kur’ân’ı ve sünnet-i Resûlullah’ı tebliğ edecekler, îmansızlıkla ve bid’atlerle mücâdele edeceklerdi. Husrev Efendi ve arkadaşları Üstadları’nın dilinden dökülen Kur’ânî hakikatlerin kendilerindeki tesirlerini bizzat müşâhede etmişler ve her türlü taarruzlara karşı kuvvet kazanan îmanlarından neş’et eden fevkalade bir cesâret ve şecaatle mücehhez olmuşlardı. Husrev Efendi, kendisindeki ve dava arkadaşlarındaki cesâreti beliğ bir üslupla, “dâmenlerinizi kemâl-i hürmet ve tâzimle öperim, efendim hazretleri” diye bitirdiği hürmetkâr mektubunda şöyle dile getirmişti:
“Sevgili Üstâdım, Muhterem Efendim, Kur’ân-ı Kerîm’in âyât ve kelimât ve hurufâtında görünen ihtilâf bertaraf edilmek üzere, yeniden hakikî ve esaslı bir sûrette âyât ve kelimât ve hurufâtın tesbit edileceği hakkındaki iş’âr-ı fâzılâneleri, cidden şâyân-ı tebşirdir. Bu ve bu gibi ahvâl, bizi üstâdımızın ulvî ve umumî olan vazifesinde her vakit için Cenâb-ı Hakk’tan muvaffakıyet talebinde bulunmaklığa sevk ediyor.
Bilhassa kardeşimiz Hacı Nuh Bey’e yazılan mektub sûreti ve buna mümâsil diğer mektûbât, bizim hayatımızı değiştirmiş ve müstakbeldeki hayatımıza nurlar serptiği gibi, bugünkü insanlığın giriftar olduğu riyakârlık, tabasbus ve temellûk ve emsâli gibi pek çok ahlâk-ı rezîleden kurtarmış ve her birerlerinin yerlerine de ahlâk-ı hasene fidanları gars ederek, birer şecere-i âliye ve nâfizenin vücuda, gelmesine sebebiyet vermiştir. Hattâ o kadar diyebilirim ki, bugünkü beşeriyetin duygularından bambaşka bir hayata sevk etmiş ve her ân, ‘Halikımız bizden ne suretle râzı olacak ve bugün ne gibi bir sa’y ile sahife-i hayatımı kapatacağım.
Acaba ümmeti bulunduğumuz o sevgili Peygamber-i Zîşân Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin, dalâlet yolunu tutan veyahut dalâlete gidenlerin arkalarından giden ümmetlerini, ne suretle tarîk-ı hidâyete getirmek için sa’y etsek hoşnudiyet-i Peygamberî’yi (asm) celbedebiliriz’ duyguları ve mefkûreleriyle yaşatmaktadır.”
Kaynak: irfanmektebi.com