İNSANIN MUSİBETLERE KARŞI ŞİKÂYETE HAKKI YOKTUR

İNSANIN MUSİBETLERE KARŞI ŞİKÂYETE HAKKI YOKTUR

Dünyada insanın başına belâ, musibet ve hastalıklar gelebilir.  İnsan yaratılış itibarıyla aciz ve zayıf olduğundan bu sıkıntılar ona ağır gelir. Bir çıkış yolu bulamadığı için o musibetlerden şikâyet etmeye başlar. Bazen bu şikâyet Allah’ı (c.c) tenkit ve O’ndan gelene razı olmamak manasını ifade eder. Bu da Allah’ı (c.c) kullara şikâyet etmek demektir. Hâlbuki Allah’a iman etmek, O’nu tanımak ve O’na ibadet etmek gayesi ile yaratılan insan aşağıda değineceğimiz bazı sebeplerden dolayı, hastalıklara, musibetlere şikâyete hakkı yoktur.

Allah (c.c) Mülkünde İstediği Gibi Tasarruf Eder

Cenab-ı Hak, bütün varlıkları hikmetli ve sanatlı bir şekilde yaratmıştır. Bu varlıklarda tasarruf etme yetkisi kendisine aittir. Onun için hiçbir varlığın, yaratıcısına karşı herhangi bir hak iddiasında bulunarak şikâyet etmesi doğru değildir. Çünkü şikâyet bir haktan ileri gelir. Hâlbuki insana ait gibi görünen nimetlerin hiçbirisi kendisine ait değildir. O nimetler, Allah (c.c) tarafından ona verilmiştir. Dolayısıyla insan Allah’a (c.c) karşı hiçbir hak talebinde bulunamaz.

Mesela madenler bitki olmadıkları, bitkiler hayvan olmadıkları, hayvanlar insan olmadıkları için şikâyet edemezler. Çünkü bunlar yoktan var edilmiş ve farklı varlık mertebelerinde yaratılarak, bütün ihtiyaçları en mükemmel bir şekilde karşılanmıştır. İnsan da madenler, bitkiler, hayvanlar gibi yoktan var edilmiştir. Bununla birlikte insana hayat, ruh, akıl, şuur, insanlık, Allah’a (c.c) muhatap olabilmek gibi çok kapsamlı ve büyük nimetler verilmiştir. Dolayısıyla insana düşen şikâyet değil şükürdür. 

İnsanın başkalarında olan fakat kendinde olmayan nimetlerden dolayı da şikâyet etmeye hakkı yoktur. Mesela bir adam; yüksek bir minare başına çıkarken her basamakta büyük nimetler görse ve o nimetleri verene teşekkür etmese ve "niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım" diye şikâyet ederek ağlayıp, sızlasa haksızlık ve nankörlük etmiş olur.[1]

Bu hakikati Bediüzzaman hazretleri şöyle ifade etmiştir: “Ey şükrü bırakıp şekvâya (şikâyete) giren hasta! Şekvâ bir haktan gelir. Senin bir hakkın zayi olmamış ki şekvâ ediyorsun. Belki senin üstünde hak olan çok şükürler var, yapmadın. Cenâb-ı Hakk'ın hakkını vermedin, haksız bir surette hak istiyorsun gibi şekvâ ediyorsun. Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlara bakıp şekvâ edemezsin. Belki sen, kendinden sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan biçare hastalara bakıp şükretmekle mükellefsin. Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak. Bir gözün yoksa iki gözü de olmayan âmâlara bak, Allah'a (c.c) şükret. Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin.”[2]  

İnsan Allah’ın (c.c) İsim ve Sıfatlarına Aynadır

Belâ, musibet ve hastalıklar Allah’ın (c.c) isim ve sıfatlarının tecellisinin neticesidir. Nasıl ki sanatkâr ve maharetli bir terzi, prova yapması için ücretini vererek bir model şahıs tutar. Onu ayağa kaldırır, oturtur, üstünde elbiseyi dener, keser, biçer. O şahsın “beni niçin yoruyorsun, zahmet veriyorsun, bana yakışan bu elbiseyi niçin kesip biçiyorsun” demeye hakkı yoktur. Çünkü o zaten bu iş için tutulmuş ve ücreti verilmiştir. İşte Cenab-ı Hak isim ve sıfatlarını üzerinde göstermek için insanı bir model yapmıştır. O’nun farklı isim ve sıfatları olduğundan insan üzerindeki etkileri de farklı olur. Mesela, “Muhyi” ismiyle hayat verir, “Müsavvir” ismi ile şekil ve suret verir. “Rezzak” ismi açlığı gerektirdiği gibi “Şafi” ismi de hastalığı ister.  Böylece Cenab-ı Hak aç olana rızık, hasta olana da şifa vermek suretiyle bu isimlerini tecelli ettirir. Dolayısıyla belâ, musibet ve hastalıklara maruz kalan insan, üzerinde Allah’ın (c.c) isim ve sıfatlarının tecellilerini görmeli ve şikâyet etmemelidir. Çünkü insanın Allah (c.c)’ın isim ve sıfatlarına ayna olması büyük bir şereftir. Bu şerefe mazhar olan insan şikâyet değil şükretmelidir.

İnsan İmtihan İçin Yaratılmıştır

İnsan, bu dünyaya sadece keyif sürmek, lezzet ve zevk almak için gelmemiştir. İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin bir gayesi çeşitli imtihanlara tabi tutularak maddi ve manevi değer ve kabiliyetlerinin ortaya çıkarılmasıdır. Tabiri caizse bu imtihan, insanın özünde bulunan elmas-kömür gibi hayır-şer, iyi-kötü potansiyel ve kabiliyetlerden hangisini işlettireceğini ortaya çıkarmak içindir. Nasıl ki demiri ateşe tutup dövmek, pasından ve kirlerinden arındırarak faydalı bir hale getirmek içindir. Öyle de insanın imtihana tabi tutulması da güzel bir kıvama gelmesi ve cennete layık bir kıymet alması içindir.  Nitekim Cenab-ı Hak ayet-i kerimelerde mealen, “Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz”[3]  “Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.”[4] “Sizi mutlaka biraz korku ve açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden bir noksanlık ile imtihân edeceğiz. (Ey Resulüm!) O hâlde sabredenleri (Cennetle) müjdele!”[5] “İnsan var ya, Rabbi ona imtihan için ikramda bulunduğunda ve onu nimetlere boğduğunda, “Rabbim bana ikram etti” der (mutlu olur). Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise “Rabbim beni önemsemedi” der (mutsuz olur).”[6] buyurarak bu imtihana dikkat çekmiştir.

İnsan, başına gelen musibet ve sıkıntıları sabır ve tevekkül ile karşılarsa bu imtihanı büyük bir sevap ve ibadete çevirmiş, Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğunu ve rızasını kazanmış olur. Dolayısıyla imtihana tabi tutulan insan imtihanın gereği olarak başına gelen belâ ve musibetlere karşı şikâyet etmemelidir. Şikâyet ederse eline bir kazanç geçmeyeceği gibi, hayatı kendisine zehir eder ve hayat çekilmez bir hal alır. Elindeki güzel potansiyeli kötüye kullanacağından hem musibeti artar hem de imtihanı kaybetmiş olur.

Allah (c.c) Kimseye Belâ, Musibet ve Sıkıntı Vermeyeceğini Vaat Etmemiştir

Allah (c.c) kullarını bu dünyaya gönderirken onlara sıkıntısız ve rahat bir hayat vaat etmemiştir. Onları çeşitli belâ ve musibetlerle imtihan edeceğini yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bildirmiştir. Neticesinde büyük bir mükâfatın olacağı bir imtihandan dolayı kimsenin sızlanmaya ve sitem etmeye hakkı yoktur. Günümüzde çoğu insan dünyevi bir iş için nice zorlu ve meşakkatli sınavlara ve mülakatlara girmektedir. Ayrıca bu sınavlara girip kazanmak için yıllarca çalışmakta, sıkıntı çekmekte ve uykusuz kalmaktadırlar. Sırf geçici dünya hayatı için bu kadar zorluklara sabredenler, Allah (c.c)’ın rızasını, memnuniyetini ve cennetini kazanmak için başa gelen belâ, musibet ve sıkıntılara da elbette şikâyet etmemeleri gerekir.

Eşitsizlik Adaletsizlik Değildir

Allah (c.c) insanları eşit olarak yaratmamıştır. İnsanların birbirinden farklı özellikleri ve yetenekleri vardır. Birinde olan bir yetenek diğerinde olmayabilir. Bazıları doğuştan zeki ve yetenekli iken bazıları ancak çaba ve gayreti ile o seviyelere çıkabilir. Bazıları da bu üstün yeteneklerini zayi eder, kullanmaz boşa harcar. Neticede her insan bu dünyaya farklı yetenek ve kabiliyetlerle gönderilmektedir. Bu durum bir adaletsizlik değildir. Çünkü Allah (c.c) kime hangi yetenek ve imkanları verdi ise ona göre imtihan eder. O imtihana göre hesaba çeker.

Ayrıca her yönden eşit olmak, ses, görüntü, kabiliyet, şekil ve parmak izi yönünden tamamen aynı olmayı netice verecekti. Hatta insanlar aynı kalıptan çıkmış gibi birbirinin aynı olacaktı. O zaman bir insan suç işlediğinde suçluyu bulmak ve insanlar arasındaki hukuku temin etmek mümkün olmayacaktı.

İnsanların birbirinden farklı yaratılmasının çok önemli hikmet ve gayeleri vardır. Bu önemli gaye ayet-i kerimede mealen şöyle ifade edilmiştir: “Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri (dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır.”[7] Ayet-i kerimede belirtildiği gibi insanların farklı özellik ve yeteneklerde yaratılması insan hayatının devamı için önemlidir.  Allah (c.c) her insanı aynı olarak yaratsaydı dünya hayatında hiçbir iş yürümezdi. Dünyada hiçbir meslek grubu oluşmaz ve insanlık hayatı dururdu. Bugün birçok meslek dallarının oluşması ve insanların birbirlerinin işlerini görmesi ancak bu farklılıklar sayesinde mümkün olmaktadır.

İnsanların farklı kabiliyetlerde yaratılmaları Allah (c.c) katındaki konumunu ve değerini yükseltmez veya düşürmez. Kişi hangi konumda hangi zekâ seviyesinde veya hangi üstün özelliklere sahip olursa olsun onu yükselten ve değerli kılan şey doğuştan gelen bu özellikleri değildir. Kıymet ve değer kişinin Allah’a (c.c) karşı olan kulluğu ile ölçülür. İnsanı Allah (c.c) katında yükselten ve değerli kılan şey kişinin takvası ve samimiyetidir. Zira ayet-i kerimede bu konu hakkında mealen, “Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.”[8] buyurulmuştur.

Başka bir ayet-i kerimede de mealen “Allah’ın (c.c) sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanı) hasretle arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, kadınların da kazandıklarından nasipleri var. Allah’tan (c.c) lütfunu isteyin; şüphesiz Allah (c.c) her şeyi bilmektedir.”[9] buyurularak “farklılığın” sadece fiziksel veya maddi cihette olduğu, bunun da bir üstünlük sebebi olmadığı vurgulanmıştır. Asıl değer ve kıymet Allah’ın (c.c) lütfudur, O’nun rızasıdır. Dünya hayatında çok düşük bir seviyede olan kişi ahirette en yüksek seviyelere çıkabilir. Dünyada çok üstün seviyede olanlar ahirette çok düşük seviyelere düşebilir. Bu yüzden Allah (c.c) katında üstünlük ancak takva iledir.

Engelli Olmak Şikâyet Etmeye Sebep Değildir

Yüce Rabbimiz bu dünyayı cennet gibi yaratmamıştır. Cennet hayatı ebedi bir sevinç ve huzur ortamı iken; bu dünya ise hem fani, hem de sevinç ile kederin, neşe ile hüznün iç içe olduğu bir yerdir. Çünkü bu dünya imtihan yeri, cennet ise mükafat yeridir. İmtihan yerinde mükafat beklemek yanlıştır. İmtihanın yeri ayrı, mükafat verilecek yer ayrıdır. Bu dünya hayatında mükafat beklemek, sıkıntısız kedersiz bir hayat yaşamayı arzu etmek ve her şeyin cennet gibi olmasını istemek yanlış bir anlayıştır. Bu anlayış bir kısım insanları haksız itirazlara ve şikayetlere sevk etmektedir. Çünkü böyle insanlar bu dünyanın yaratılış amacını unutmaktadırlar.

 Allah (c.c) kullarını istediği gibi imtihan eder. Buna hiçbir kulun itirazı olamaz. Çünkü tüm kâinat ve içindekiler Allah’ındır. Allah (c.c) kimseye karşı haşa borçlu değildir; asıl borçlu olan kullardır. Allah (c.c) bir kısım insanları engellilik ile imtihan edebilir. Kulun bu duruma itiraz etmeye hakkı yoktur. Herkesin imtihanı elbet bir gün bitecektir. Bu engelli olma durumu da geçicidir. Bu dünyadan sonra herkes çektiği sıkıntıların karşılığını ebedi olarak kat kat alacaktır. Bir hadis-i kudside, “Kulumu, iki gözünü kör etmekle imtihan ettiğim zaman sabrederse, gözlerine karşılık olarak cenneti veririm. ”[10] buyurulmuştur. Var olmak, insan olmak gibi çok büyük nimetlerin yanında kişinin imtihan gereği geçici dünya hayatında engelli olması hiç hükmündedir. Yeter ki kul Allah’tan (c.c) bir alacağı varmış gibi itiraz etmesin, sabır ve şükretsin.

Günlük hayatımızda bazı kimseler, engelli insanlara bakıp güya onlara acıyarak Allah (c.c)’ın rahmetini sorgulamaktadır. Halbuki bu dünyadaki hiçbir musibet dini olmamak şartıyla gerçek manada bir musibet değildir. Nice musibet ve eksiklikler vardır ki kişiye ahirette çok büyük sevaplar kazandırabilir. Bu yüzden nice engelli insanlar, sağlıklı insanlardan daha çok Allah’a (c.c) (c.c) kulluk edip şükreder. Bu konuda bir hadis-i şerifte Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Mü’minin hâli ne hoştur! Her hâli kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mü’mine mahsustur. Başına güzel bir iş geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.”[11]  

Bazı kişiler ister engelli ister sağlam ister fakir ister zengin olsun yine de hayatlarından maalesef şikâyet etmektedirler. Çünkü onlar yaşadıkları hayattan memnun olmamaktadırlar. Hangi konumda olursa olsunlar kendilerine göre dertleri ve sıkıntıları bulunmaktadır. İnancı kuvvetli insanlar bu durumlara sabır ve şükürle karşılık verirken; imanı zayıf insanlar ise şikâyet edip sitemde bulunmaktan ve bunalıma girmekten öteye gitmemektedirler.

Gerçek manada bu dünyanın sahibini tanıyan ve bilen hiçbir şekilde bu sıkıntıların altında ezilmez, kendisine dayanacak mutlak ve nihayetsiz bir güç bulmuş olur.

Netice itibariyle; her şeyin sahibi olan Allah mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Başa gelen musibetler, Allah’ın (c.c) isim ve sıfatlarının üzerimizde tecelli etmesine vesiledir. Bu dünya ise ücret ve mükâfat yeri olmayıp imtihan yeri olduğundan; ayrıca bu musibetlerin birçok fayda ve hikmetleri olduğundan insanın şikâyet etmeye hakkı yoktur.

 

[1] Bediüzzaman, Lem'alar, 223. ; Bediüzzaman (Said Nursi), Tılsımlar, (Isparta: Hayrat Neşriyat Osmanlıca Nüsha, 2017), 67.

[2] Bediüzzaman, Lem'alar, 222.

[3] Âl-i İmrân, 3/186.

[4] Enbiyâ, 21/35.

[5] Bakara, 2/155.

[6] Fecr, 89/15-16.

[7] Zuhruf, 43/32.

[8] Hucurât, 49/13.

[9] Nisa, 4/32.

[10] Tirmizi, “Zühd”, 58.

[11] Müslim, “Zühd”, 64.