Sözlükte şiddetli ve aşırı sevgi anlamında kullanılmaktadır. Aşk, sevenin sevdiğinin kusur ve ayıplarını görmez olup yalnız ondaki güzelliği görmesine denir. Aşk, bir kimsenin sevdiğinden başka kimseyi sevgili olarak görmemesi, kendisini tamamen sevdiğine vermesi anlamında da kullanılmaktadır. Bediüzzaman Hazretlerine göre aşk, şiddetli muhabbettir. Ona göre aşk, aşk-ı hakiki ve aşk-ı mecâzî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Aşk-ı mecâzî: Allah'tan (cc) gaflet ederek fâni varlıklara olan aşka denir. Aşk-ı hakiki: Cenabı Hakk'a ve Allah (cc) namına olan aşka denir. Hz. Üstad aşkın bir kısım özelliklerini şöyle ifade etmektedir: 1-Aşk, insanın kendisini tamamen sevdiğine vermesi ve ondan başka kimseyi görmemesinden dolayı kuşatıcı değildir. 2-İnsan, aşk vasıtasıyla sevdiğini yüceltmek için bazen başkalarının değerini düşürmektedir. 3-Aşk, bir karşılık ve ücret beklemektedir. 4-Mecâzî aşk ise insana sürekli bir azap ve acı yaşatmaktadır.

Sözlükte bir nesneye gönül vermek, tutkun olmak, sevmek, aşk, keyif, manasındadır. Heva, nefsin şehvetlere olan irade ve arzusuna denmektedir. Bu arzu ve meyiller sahibini tehlikeye atmasından dolayı heva diye isimlendirildi. Başka bir anlamı da nefsin irade ve arzu eylediği nesneye denir. Heva, nefsin, şeriatın izin vermediği şehvetlere olan meylidir. Heva, nefsin sevdiği, meylettiği, arzuladığı ve iştiha duyduğu şeye denir. Bediüzzaman Hazretlerine göre heva, hisleri iptal etmektir. Hevanın hayatı, gerçek olmayan (mecazî) zevklerdir. O, hevanın insan üzerinde baskıcı bir özelliği bulunduğunu ifade etmektedir. Kur'ân'ın insan terbiyesinde hevayı karıştırmadığını söylemektedir. Bediüzzaman göre insan, nefsin hevasına düşman olmalıdır. Çünkü nefsin hevası, insanın ebedi hayatını mahvetmektedir. Heva, insanı manevi olarak şeklini, suretini değiştirip onu çirkin bir hale getirmektedir.

Sözlükte bir nesneyi tamamen kaplamak, kuşatmak, boğulmak, suya batmak anlamında kullanılmaktadır. İstiğrak, ilahî sevginin istilası sebebiyle kişinin kendinden geçmesi, maddî âlemden habersiz hale gelmesine denir. Bediüzzaman Hazretlerine göre istiğrak, sebepler dairesinden geçmek ve mâsivayı terk etmek sırrıyla mümkün varlıklardan alakasını kesmekle meydana gelen haldir. Aşk ehlinde görülmektedir. Hz. Üstada, istiğrak ehlinin akıl gözünü kapattığı bir kısım yerlerin olduğunu ifade etmektedir. Hz. Üstad istiğrak halindeki kişilerin hakikate zıt olan bir kısım telakkilerinde istiğrak halinden dolayı onların mazur olabileceğini düşünmektedir. Bununla birlikte aşk ehlî, bu halden kurtulduklarında istiğrak halinde iken söyledikleri hakikate zıt olan meselelerin gereği ile amel etmemelidir. Çünkü bu durum Kur'ân ve sünnetten gelen aklın prensiplerine, ilim ve akaidin ölçülerine zıttır. Bu nedenden dolayıdır ki istiğrak hali hulefa-yı râşidîn, müctehid imamlar ve selef-i salihînde açıkça görülmemektedir.

İlahi tecellileri müşahede etmesinden gelen manevi zevkten dolayı insanın kendisinden geçerek (vecd) ifade ettiği iddiaya yakın sözlerine denir. Şatahât, görünürde akla ve şeriate zıttır. Kapalı oluşundan dolayı ne kastedildiği tam anlaşılmamaktadır. Tasavvuf erbabının vecd ve istiğrak hallerinden dolayı kendilerinden geçerek irade dışı söyledikleri sözlerdir. Hallâc-ı Mansur'un “Ene'l-Hak/Ben Hakk'ım”, Bayezid-i Bistâmi'nin “Kendimi tesbih ederim, şanım ne yücedir” veya “Öyle bir denize daldım ki, peygamberler onun sahilinde kaldı” sözleri şatahât örneklerindendir. Bediüzzamana göre şatahât, müteşâbihât hükmündedir. Şatahât ile istidlal edilmez. Tasavvuf erbabının yalnız Cenabı Hakk'ın zatını düşünmesinden, istiğraktan, delil içinde neticeyi görmekten, âlemden hareketle yaratıcıyı görmek mesleğinden ve ilahi isim ve sıfatların tecellilerinden kaynaklanan haddi aşan sözlerdir. Bu hallerini ifade edecek kelimelerin yetersizliğinden olmaktadır. Hz. Üstad, şatahâtı bir örnekle açıklar. Mesela, bir kişinin elinde bir ayna var. Elindeki aynayı güneşin ışınlarını yansıtan denizin parlak yüzüne çevirir. Aynasında deniz, güneşin parıltıları ve dağlar görünür. Bu kişide aşk, cezbe, istiğrak veya sekr hali de varsa o zaman elindeki aynasını denizden daha büyük zanneder. Hz. Üstada göre kişi gölgeyi (zılli), asıl zannederse şatahâta düşer. Hz. Üstad şatahât karşısında âlimlerin farklı tavır sergilediklerini ifade etmektedir. Hz. Üstada göre bir kısım ulema özellikle ulema-yı zahir bu zatların velayetini inkar ettiler. Hatta bir kısım mühim evliyayı tekfir ettiler. Mutavassıt bir kısım âlimler ise onların velayetini inkar etmediler. Lakin mesleklerini ve yollarını da kabul etmediler. Bu âlimlere göre bu zatların şatahât türünden olan sözleri, ya hale mağlup olduklarındandır veyahut manası anlaşılmaz müteşâbihât türünden sözlerdir. Hz. Üstada göre şatahât türünden sözleri ifade edenlerin, şeriatın terazisini ellerinden bırakmamalıdır. Usulüddin âlimlerinin prensiplerini rehber etmelidir. İmam Gazzâlî ve İmam Rabbânî gibi muhakkik zatların rehberliğinde yürümelidir. Nefsini daima suçlamalıdır. Acz ve fakrdan başka elinde bir şey olmadığını bilmelidir.

Geçmiş İslam âlimleri, geçmişteki sâlih insanlar manasında olup İslam ümmeti içinde ilk üç asırdaki sahabe, tâbiîn ve etbeü't-tâbiîni içine almaktadır. Bediüzzaman Hazretlerine göre selef-i sâlihîn zamanında hak, burhan, akıl ve meşveret hâkim olduğundan şek ve şüphenin hükmü yoktu. Onların zamanında en değerli şey, Allah'ın (cc) insanlardan istedikleri, rızası ve ebedi saadeti kazandıracak vesileleri Kur'ân-ı Kerim'den anlamaya çalışmaktı. Selefin tenkitleri hakka olan ak ve hakikati her türlü batıldan korumak arzusundan kaynaklanmaktadır. Hz. Üstada göre en güzel, en müstakim, en zengin ve en parlak yol olan sünnet-i seniyyeye tabi olmak, uymak, taklit etmek, rehber kabul etmek selef-i sâlihinin yoludur. Bu yol en geniş ve en nuranî caddedir. Selef-i sâlihîn kâmil takva sahipleri ve dinin zaruriyatına tam uyan rehberlerdir. Onlar nur asrı olan Hz. Peygamber (sav) zamanına yakın olmalarından dolayı sâfî bir nur almış ve hâlis bir ictihad etmişlerdir.

Allah'tan (cc) başka vücud/mevcud yoktur demektir. Yani yalnız bir tek mevcud vardır. O da Allah'tır. Böyle denildiğinde varlıklara isnad edilen vücudun hakiki olmayıp hayalî, vehmî, veya şuurda akseden bir şey olduğu ifade edilmiş olmaktadır. Bununla birlikte hakiki vücudun ancak Allah'a (cc) mahsus bulunduğu ve âlemin bizzat veya dolaylı olarak hakiki vücudlarının kabul edilmediği anlamına gelmektedir. Tasavvuf erbabının vahdet-i vücud anlayışında ittihad ve hulül düşüncesi yoktur. Vahdet-i vücud, “âlemin mûcidi birdir” demektir. Yani hakiki mevcud/vücud onun mûcididir. Âlemin de hakiki mevcud olan mucidine nisbetle itibarî, nisbi bir vücudu vardır demektir. Bediüzzaman Hazretlerine göre vahdet-i vücud, tevhidde istiğraktır. Yani varlıklardan geçip yalnız bir vücudu, bir mevcudu görmektir. Allah (cc) hesabına kâinatın vücudunu inkâr etme derecesine varabilir. Fikre (nazar) sığmayan bir tevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rububiyet ve tevhid-i ulûhiyetten sonra tevhidde zevken şiddet-i istiğrak, vahdet-i kudret, yani لاَ مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلاَّ اللّٰه sonra vahdet-i idare, sonra vahdetü'ş-şühud, sonra vahdetü'l-vücud, sonra yalnız bir vücudu, sonra yalnız bir mevcudu görmeye denir. Hz. Üstad vahdet-i vücudun ilmî ve nazarî olmadığını halî ve zevkî bir hakikat olduğunu düşünmektedir. Hz. üstada göre vahdet-i vücud meşrebine sebebiyet veren dünya aşkıdır. Mecâzî olan dünya aşkı, hakiki aşka inkılâb ettiği zaman, vahdet-i vücuda inkılâb eder. Mesela, mecazî aşk ile birini seven insan, sevdiğinin yok olmasını kalbine yerleştiremez. Hakiki bir aşk ile ona sonsuzluk kazandırmak ister. Bunun için de: “Benim sevdiğim mâbud ve gerçek sevgili olan Allah'ın (cc) cemalinin bir aynasıdır.” diyerek kendini tesellî eder ve bir hakikate yapışır. Bunun gibi koca dünya ve kâinata aşık olan bir insan dünyanın fâni olmasını görerek bu aşkı, hakiki bir aşka inkılab eder. Bu esnada sevdiği dünyanın fâni olmasından gelen ıstırapları dindirmek için vahdet-i vücud meşrebine sığınır. Eğer gayet yüksek ve kuvvetli bir iman sahibi ise, Muhyiddin-i Arabî ve benzerleri gibi vahdet-i vücud onun için zevkli, nuranî, makbul bir mertebe olur. Aksi halde manevi çok tehlikelere düşer ve maddede boğulabilir. Hz. Üstada göre fikir erbabı olanlar zevkî bir hakikat olan vahdet-i vücudu düşüncenin (nazarın) ölçüleri içine sığıştırmak istediklerinden dolayı bir çok batıl vehimlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Hz. Üstad, tasavvuf erbabının vahdet-i vücudu ile felsefecilerin vahdet-i vücudları arasında beş önemli farkın olduğunu ifade etmektedir: 1-Tasavvuf erbabı Cenabı Hakk'ın vücuduna son derece odaklandıklarından dolayı O'nun hesabına âlemin vücudunu inkâr etmişlerdir. Hâlbuki felsefeciler ise maddeye son derece önem verip maddeye o kadar odaklanmışlardır ki her şeyi maddeye dayandırmak hatta madde ile ulûhiyeti birleştirerek âlem hesabına Allah'ı (cc) inkâr etmişlerdir. 2-Tasavvuf erbabının vahdet-i vücudu, vahdet-i şuhudu içine alır. Felsefecilerin vahdet-i vücudu, vahdet-i mevcudu içine almaktadır. 3-Tasavvuf erbabının vahdet-i vücudu zevkîdir. Felsefecilerin ise nazarîdir. 4-Tasavvuf erbabının vahdet-i vücud anlayışında öncelikle Hakka ikinci derecede varlıklara bakmak vardır. Felsefecilerin ise öncelik varlıklara bakmaktır. 5-Vahdet-i vücud konusunda tasavvuf erbabı Allah'ı (cc) severken felsefeciler kendilerini beğenmektedirler. Hz. Üstad vahdet-i vücudun bir meşreb, bir hal olduğunu, sahabe, müctehid imamlar ve tâbiînin makamına göre noksan bir mertebe olduğunu bununla birlikte zevkli ve neşeli olduğundan seyr-i sülukta o makama girenlerin çıkmak istemediğini ve o makamı en yüksek mertebe zannettiklerini ifade etmektedir.